Mektup

Özlem Korkmaz

Mektup


Sevgili okurlarım…
Öncelikle küçüklerimin gözlerinden büyüklerimin ellerinden öperim. Nasılsınız iyi misiniz? Beni sorarsanız ben iyiyim.
Geçen gün çok değer verdiğim kendisinin de gerçekten değerli olduğu bir arkadaşıma bir mektup yazdım. Kendisine mektuplaşma teklifimi götürürken mektubun edebiyatla yakın bağını ve geçmişin o bozulmamış iletişim yöntemini kullanmaktı niyetim. Konuyu konuşmamızın üzerinden zaman geçip de hayli geciktirilmiş bir mektup olsa da sonunda yazdım. Öncelikle bunun tavsiye edilir bir tadı olduğunu söyleyebilirim. Gecikmesinin sebebi de mektubum da arkadaşıma da yazdığım gibi en doğru zamanı kollamamdı. En doğru zaman…Bundan kastım en iyi zamanda en iyi biçimde yazma isteğim. Bu en doğru zamanı ve en iyi vakti bulma yolculuğum, durakların birinde mola verdi ve ben elime kalemi, kâğıdı aldım. Neredeyse hayatımda ilk kez bir mektup yazacaktım. Küçükken ilkokul öğretmenimizin yazdırdığı deneme mektuplarını ve öğretmenimiz eşliğinde sınıfça gittiğimiz postane gezimizi saymazsak… Romanlardan okuduğumuz, filmlerden izlediğimiz şekliyle başlayan klasik bir hitap ama mazi kokan bir yöntemle mektubumu başlatıp son kelimesine kadar kendi akan bir süreci yaşadım diyebilirim. Bittiğinde katlayıp zarfa koydum ve sanırım bir sonraki gündü postaneye gittim. Öncelikle; göndereni nereye, gönderileni nereye yazacağımı düşünmem hatta emin olamayıp sormam gerekti. Farkettim ki bir zamanların en önemli iletişim aracı olan mektup benim, aslında şimdinin insanının hayatından ne kadar uzaktı.

Sözlerimi sabırsızlık göstererek okuyan bazıları “Ne yapalım, telefonu maili sms’i bırakıp mektup mu yazalım.” diyecektir. Ya da “Hiç kullanmayacağım bir şeyi oturup öğreneyim mi?” de diyebilir. Ancak kastedeceğim şey bu değil. Öncelikle sözüm kendime. Ama bu mektuplaşma aşamasının bana düşündürdüğü şeyleri size de söylemek istiyorum.

Mektuba nasıl bir hitap ile başlamalıyım diye düşündüm. (bu bir.) Yazımın nasıl bir şekil olması gerektiği üzerinde düşündüm. (bu iki.) Yazımın akışında kelime ve yazım hatası yapmamak üzerine düşündüm. (bu üç.) Koyacağım zarf üzerinde , zarfın üzerine yazacağım isim soy isim adres üzerinde düşündüm. (bu dört.)
Bunlar benim daha gönderme aşaması öncesi düşüncelerim. Ardından; “Mektubum gider mi, ne zaman gider, gitmezse kaybolur mu.” diye düşündüm. “bu da beş)

Şimdi bu beş aşamadan oluşan bir düşünme sürecine muhatap olan bu iletişim yöntemimin benim açımdan ve elbet ulaşacağı kişi açısından kıymetini hiç düşündünüz mü? Gidecek olan ve ulaşacak olan bu mektubun özen, itina, dikkat hangi kelimeyi şık bulursanız onu deyin ama her aşamasında içinde bir mühimseme duygusu taşıdığını görebiliyor musunuz?

Kullanacağım hitabın kulağa hoş gelip gelmeyeceğini düşünmemden, yazdığım yazının okunabilir olup olmayacağına dikkat etmemden, içerik olarak yanlış anlaşılmaya incitmeye müsait olup olmayacağını hesap etmemden tutun da doğru adrese gidip gitmeyeceğini kontrol etmeme varıncaya kadar kendi meramımı anlatmanın yanı sıra en başta karşıdaki kişiyi düşünen bir tarafı var bu işin. İster deyin sık yapılan bir eylem olmadığı için, ister deyin farklı bir iletişim yöntemi olduğu için. Ne derseniz deyin ama bir zamanlar insanlar böyle iletişim kurdu, böyle anlaştı, böyle tebrikleşti, böyle yasını paylaştı, böyle aşkını ilan etti ya da böyle vedalaştı. Ama bu yöntemin içinde barındırdığı çok güzel bir detay var. Karşıdakini düşünmek…

Şimdi bizim bir kaç saniyelere sığdırdığımız mektuplaşmayı hiç bu açıdan düşündük mü? Dünün mektubu, bugünün mesajı olsun. Dünün kalemi, bugünün klavyesi olsun. Dünün kâğıdı, bugünün ekranı olsun. Dünün zarfı, bugünün kutucuğu olsun. Dünün postanesi, bugünün uygulamaları olsun. Hadi kartpostallarımız gıfler olsun. Pullar emojiler olsun yani ne, ne olacaksa olsun ama dünün muhatabı insansa bugününün muhatabının da insan olduğu unutulmasın. O insan bu aynı insan değil o günün insanı bugünün insanı aynı değil denilmesini kabul etmiyorum. En azından böyle bir konuda kabul etmiyorum. İnsan aynı insan. İki gözü iki kulağı iki eli iki ayağı olan ağzı burnu olan, bir kalbi bir beyni olan yine o aynı insan. Yine bir kez doğan, bir kez büyüyen, bir kez ölen insan. Aynı işte… Sevinen, üzülen, özleyen, kırılan öfkelenen, mutlu olan, ağlayan aynı insan. İnsan değişmedi ki..! Fıtratımız benliğimiz değişmedi ki..! Ne kadar modernizm şartlarında hücrelerimizi yazıp bozsalar bile insan yine aynı insan. O halde niye bir mesajı gönderirken iki kez düşünmüyoruz? Niye birine bir şey yazarken, ne okur ne anlar diye hesap etmiyoruz? Niye hem kendimizi hem karşımızdakini hem de dilin kurallarını yerden yere vuruyoruz? Ne yani, ulaşır mı ulaşmaz mı kaybolur mu kaybolmaz mı derdimiz yok diye niye mesajımızın önünü sonunu düşünmüyoruz?
Bazı şeyler kolaylaştıkça kıymetinden yitirmiş olmamalı. Dün o mektubu okuyan da insandı bugün bu mesajı okuyacak olan da insan.
Nimetin varlığı çokluğu, koşulların rahatlığı konforu, imkanın çeşitliliği bolluğu bizi iletişim kalitesizliğine düşürmemeli. Yazdığımız her şeyin sorumluluğu bize ait. Her aklımıza geleni yazan, her ağzımıza geleni söyleyen, her şeyi ölçüsüz tartısızca kullanan olmaktan sakınmalıyız. Her mesajın başında saatler harcamak gerekmiyor ama bir kendimizi bir de karşıdakini düşünerek ne yazacaksak öyle yazmalıyız.

Mektubunuz okunaklı yazacaklarınız sakınaklı olsun. Belki o zaman daha dokunaklı bir iletişim kurmuş oluruz. Sevgi ve muhabbetle hayırlı bayramlar diliyorum. Sorana selam söyleyin.

Bu yazıyı okudunuz mu?

Adımı Bilmiyorum

Adımı Bilmiyorum Adımı bilmiyorum, şunu biliyorum Ben Doğu’nun en ücra köylerinden birindeyim Bir köyün delisiyim, …

Bir yanıt yazın