Değişmeyen Ne?

Değişmeyen Ne?

Üç aydır, İSMEK’in Mecidiyeköy’deki binasında yürütülen Yazarlık Atölyesi’ne devam ediyordum. Temmuz’un ilk haftası sona erdi. Son ödevimiz bir fabl örneği yazmaktı. İlk başvurduğum kaynaklardan birisi La Fontaine oldu. La Fontaine ülkemizde genelde, masallar yoluyla çocuklara ders ve öğütler veren bir yazar olarak bilinir. Sabahattin Eyüboğlu’na göre ise, çocuklardan pek de hoşlanmayan bu Fransız şair ve yazarın niyeti aslında bize ders vermek değil. O sadece kukla oynatıyor. Onun, eserlerinde iyi ve kötü her türlü karakteri usta bir kuklacı gibi yönettiğini yazıyor Eyüboğlu. Tabii bu, onun masallarından ders almamıza engel değil. Öğrenciliğin kapısı öğrenmeye niyeti olan herkese her zaman açık…
Ödevimi hazırlamak için La Fontaine’in masallarına gömüldükten kısa süre sonra bir tuhaflık hissettim. Bu masalcının daha dünkü yazar olmadığını bilmekle birlikte, anlattıklarının güncelliği beni huzursuz etti. İnterneti açıp sanatını icra ettiği tam tarihi kontrol etmek zorunda hissettim: 17. yüzyıl. Dört yüz sene önce kaleme aldığı fabllardan çıkartılabilecek derslerle, hala hayatta olan büyüklerimizin verdiği öğütler arasında neredeyse mutlak bir örtüşme var. On yedinci yüzyıl Fransa’sında liberal düşünce gelişimine devam ediyor olmakla birlikte feodalizm hala ayaktaydı. Dönemin aydınlarının “İnsan”a dair radikal düşünceleri vardı. Daha sonra bu düşünceler kapitalizmin insana bakışını belirledi. Yirminci yüzyılda bir ara sosyalizm geldi gitti. Bu sistemin düşünürlerinin de kendine özgü bir “İnsan” algısı vardı. Feodalizm, kapitalizm, sosyalizm… Hepsinin bir “İnsan”ı var. İnsanın, tarih boyunca tamamen aynı kaldığını iddia etmek zor. Dört yüzyıl önceden uzanıp bugünün insanına ayna tutan La Fontaine’i okuyunca anlaşılıyor ki insanın bu süreçte çok büyük değişimler geçirdiğini iddia etmek daha da zor. İnsanın değişmeyen bir doğası var mıdır, onu ben bilemem. Bu tartışmanın hala ara ara gündeme geldiğine bakılırsa ortada benimsenmeye hazır dört başı mamur bir bilgi de yok zaten. Öte yandan “Değişmeyen ne?” diye sormaktan kendimi alamıyorum. Edebi eserler çoğunlukla bir değişimi konu alır ama bu “değişmeyen şey” de, hem tek tek her bir eserde hem de yüzyıllar boyu biriken külliyatlarda, durduğu yerde duruyor. Sanırım iyi yazar olarak andığımız edebiyatçıların hepsi, değişim tufanlarının içinde çağını yansıtırken, değişmeyeni sezme yeteneğini kaybetmemeyi başaran insanlardı.
Çağının tanığı olmanın, eli kalem tutan her insanın asli görevlerinden biri olduğu söylenegelir. Doğruluğunu tartışmaya açacak durumda olmamakla beraber, güncel gelişmelere temkinli yaklaşmanın akıllıca olacağını düşünüyorum. Yazar, içinde kaybolduğu bir çağın tanıklığını nasıl yapabilir ki? “Güncel gelişmeler”den kastımın ne olduğu yazımda kendini belli ediyor zaten. Bunları her zaman takip edip ve göz önünde bulundurmanın faydalarını burada saymayı gereksiz buluyorum. Öte yandan bu uğurda değişmeyeni sezebilme yeteneğinden taviz vermenin ise insanı istemediği yerlere savurabileceğine işaret etmekte fayda var.
Doğukan Özdil

Bu yazıyı okudunuz mu?

Çarenin Şavkı

Çarenin Şavkı Hareketleri acıtıyordu, burkulmuş duygularım Çare aradım kırk yolda kırk adım attım Sonunda bir …

Bir yanıt yazın