Özlem Korkmaz
Bu Evden Gelinlikle Çıktın Ancak Kefenle Girersin!
Hani bir söz vardır: “Bu evden gelinlikle çıktın ancak kefenle girersin.” Bu sözün bir gün gelip bu kadar uygulamaya konulacağını düşünmezdim. Sözde, aileler kızlarının gelin gidecekleri eve bağlılığını kolaylaştırmak için böyle söylerler-miş- Telli duvaklı, gözü yaşlı uğurladıkları kızlarına: “Kızım artık baba evin yüzüne kapandı, sadece kocanın evi var. Böyle bilesin.” Bu sözü damat beyler o kadar ciddiye aldı ki annesinin evine dönmek isteyen eşini kefene sarıp gönderdi. Beyaz gelinlikle koluna takıp ailesinden teslim aldığı, aynı kalemle aynı yola düştüğü, aile gibi bütün bir insanlığın varoluşundaki o dokunulmayacak kavramı yıkıp sonra kanla sulayan bu eski eş müstakbel caninin ya da gözü dönmüş koca artık ne deniyorsa bu nasıl bir emanete ihanetidir. Gün geçmiyor ki bir kadın cinayeti olmasın. Aklın iflas ettiği vakalarla haber spikerlerinin diline dolanan bu eli kanlı koca koskoca(!) adamlar, kendini ne kadar aciz hissediyor ki düne kadar eşi, halen çocuklarının annesi olan kadını hayattan kopararak gücünü ispatlıyor. Vahşi doğada güçlü olan hayatta kalır, güçsüz de ölür. Doğamız mı değişti ne?
Eskiden meydanlarda pehlivan pehlivanla güreşirdi. Şimdi eli kanlı bu katil babalar, çocuklarına önce korku ve acı; sonra kin ve utanç bırakıp gidiyorlar. Bir de marifetmiş gibi açıklama yapanlar var. Bu erkeklik rafa mı kalktı ki er meydanlarında (kendi ocaklarında) erkekler kadınlara kılıç çeker, diş biler oldu. Bıçaklar, zehirler, silahlar, baltalar, keserler… Hatta işi bombalara vardıran bile var. Uçurumdan atanlar, elleriyle boğanlar, öldürüp parçalayanlar, gizli gizli gömenler, çocukları gözleri önünde annesiz bırakanlar ve babasız…
Hangi çocuk annesini öldüren bir babayı isterki. Daha büyümeden, büyüyecek bütün ümit ve güvenini çalan bu babalar acaba hiç vicdana düşüyorlar mı? Birbirinden örnek alır gibi her yerinden kalkanın bir kadına kıydığı bu katletme yarışında vicdanlar, insaflar sona kalmış, şeytanlık galip gelmiştir. Eskiden karısını dövmek vardı. “Kocasıdır, döverde, severde…” Şimdi öyle bir hâl gelişti ki “Kocasıdır sever de öldürür de…” mi yani!
Ah insanoğlu! Dökülen ilk kanla beraber başlayan bu kan dökme, çağımızda aldı başını gitti. Baltalarla keserlerle Dünya’nın çivisini çıkardılar. Hani düğünlerde söylenir ya: “Oğlan bizim, kız bizim.” Hakikaten ortada bir cinayet var ve maktul bizim, katil bizim!
Duyuyoruz: “Hak etti!” diyor. Hak etmek… Hangi kadın öldürülmeyi hak eder? Hangi anne çocuğunun karşısında katledilmeyi hak etmiş olabilir ve hangi çocuk annesinin kendisinden koparılmasını? “Kıskandım, sinirlendim, gurur yaptım, bir an şeytana uydum, kendimi kaybettim…” Bunlar nasıl mazeretler… Niçin diye sormak bile büyük kabahattir. Sanki onu haklı veya haksız çıkaracak makul bir sebep olabilirmiş gibi!
“Niçin eşinizi öldürdünüz?” dünyanın en gereksiz cümlesidir.
…
Yakın zamanda, bir habere denk geldim. Eşini döven adam yani affeden adam(!) büyük bir öfkeyle, hınçla eşine vuruyor, kadını küfürlerle sağa sola savuruyor ve diyor ki: “Öldürürüm seni bak öldürürüm. Hepinizi öldürürüm. Zaten hep o öldürülen kadınlar var ya hep senin gibi kadınlar işte öldürülüyor.” dedi.
– (…)
Ne bu şimdi? Bunu paylaşmakta ne? Bu bir haber mi yoksa kadına kesilmiş îdam kararının fermanı mı okunuyor. Burada korkutulan kim, yola getirilen kim? Kadınlar: “Bak başımıza bu gelebilir” diye üstüne mi alınıp dövünsünler yoksa adamlar: “Bak kafamızı bozmayın sizi böyle yaparız.” mı diye övünsünler? İşte bu yüzden sadece karısını öldüren suçlu değildir. Ölmekten beter eden koca ve koca bir toplum, biri ölür veya öldürülürken niçin masum olsun ki?
Evde ayrı dışarda ayrı çalışan kadın ama en çok kendi yorulanı, “Çok konuşacak zaten.” diye lafı eşinin ağzına tıkayanı, köşeye sıkışınca bağırıp zorla haklı çıkanı, kendi ak kaşık olup hep sütü karalayanı, kadının aklı eksik diye emir verip duranı, küfredeni, korkutanı, aldatanı, kıranı, dökeni ne yapacağız peki? Ha bir de gerekirse öldürüp yine de sevdasından vazgeçmeyen delikanlı var. Onu ne yapalım? Kan dökebilen yürekte sevda yeşer mi? Heeey insanoğlu hey! Dünyanın en zor şeyi anlaşılamamak. Hep söyleniyor, söyleniyor ama:
“Kadınlar erkeklere emanettir.” Uçurumdan atılması, bıçaklanması, tokatlanması bir yana korkutulması, incitilmesi dahi emanete ihanettir.
Dünya genelinde bu sorun vardır ve bu sorun, “global problem” diye ilk sırada tutulması, bunun için fazla mesai harcanması gereken mühim bir konudur ve acildir. Kadınları Koruma Dernekleri, sığınma evleri, mor çatılar, anneler günü, kadınlar günü ve yürüyüşler, pankartlar, protestolar, aile mahkemeleri bir çözüm değildir. Toplumun ve bireyin her birine düşen yapılabilecek görevler vardır. Ama bunun yolu elimizde çekirdek, haberlerin başına oturup ölen kadına: “ Vah vah…” demek, öldüren adama beddua etmek değildir. Bunun yolu tüm kabahatleri işleyip “kadınlar günü, anneler günü -aslen günah çıkarma günü-nde” televizyonda en son ne gösterildiyse yani o yılın en çok satılmaya muhtaç ürününü “hediye, hediye…” narasıyla bizi hediye almaya mecbur eden para severlerin ceplerini doldurup asli görevimizi yerine getirmek hiç değildir. Bir kere bu günler zaten kavga sebebidir. Mezarlıktan çiçek çalanda, beş kıratlık zümrüt alanda aynı kafada yaşıyor.
Birileri daha fazlasını yapmalı. Çok daha fazlasını… Bunun yolu yine şu kapital ile başlayan -ist li kelime takımlarından olan küresel sistemin kadınları kurtarmak, sözde haklarını savunmak ve onları eğitmek bahanesiyle uydurdukları şeyler de değildir. “Güçlü kadın, ayakları üzerinde duran kadın, emekçi kadın…” sıfatları üzerinden evde çocuklarına hizmet eden onların eğitimleri ile ilgilenen hanımı acınası ve işe yaramayan diye sunup, aslen daha fazla işçi sınıfını çoğaltma niyeti taşıyan bu yüksek sesli ağızbirliğinin; çalışmayan kadının özgüvenini kırarak ve toplum nezdindeki ev hanımlığı rolünü itibarsızlaştırarak ve ona kendini yetersiz hissettirerek çözüme ulaşması mümkün müdür? Öte yandan, terazinin diğer kefesinde, para kazanarak çalışan hanımefendiye: “İş kadını, başarılı kadın, kariyer yapan kadın, yükselen kadın, erkeğe muhtaç olmayan kadın…” kalıplarıyla koooskocaman bir baskıyı omuzlarına yüklemek mi çözüm olacaktır. Kadına haksızlık ederek mi hakkı korunacaktır. Bir kere hiç bir ülke de tüm kadınların istihdam edilebileceği bir iş sahası yoktur. Erkekler bile açıktayken, herkesi evden uzaklaştırıp tüm kadınlar çalışan kadın sıfatına ereceklerse bu durum da matematik yasaklarına göre çalışan erkeklerin işten çıkarılması gerekir. Sonra da işte senin paran, benim param muhabbeti başlar. Bırakın bu açıklanması ihtimallere kalmış şeylerin peşinden koşmayı. Çalışabilen, topluma çalışarak faydası dokunabilen aynı zamanda çocuğunu ihmal etmeyen kadın mesleğini icra etsin. Ama herkes çalışacak her okuyan çalışmaya mecbur edilecek diye bir mecburiyet olabilir mi? Okuduysa çocuğuna faydalı olsun.” demeyi de bilmek gerekir. Diğer türlüsü de duygusal yönden toplumsal bir cinayettir. Acaba yıllardır aşılamayan bu günü birlik değiştirilen kadın çabası işi bu raddeye getirmiş olabilir mi?
İster bayan deyin ister hanım, ister madam deyin, ister hatun, ister hanımefendi olsun, ister signora…Nasıl dillendirirseniz dillendirin kadın, dünyanın her yerinde kadındır. Bilhassa “Erkeğe muhtaç olmayan.” ifadesi ne anlamsızdır. Ne zamandan beri erkeğin eşiyle ekmeğini bölüşmesi, çoluğuna çocuğuna bakması kadının muhtaçlığı anlamına geldi ve ne zamandan beri kadının kendi parası kıymete bindi. Evlilik bir şirket ortaklığı mıdır ki senin paran, benim param, ortak paramız olsun. Bu çürük kelimelerin direklerine tutunarak mı sağlam bir evlilik olacak. Bu evliliğin; daha başı yanlış, bakışı yanlış, sonu da yanlış olmaya aday. Beynimize giydirilenler hayatımıza oturuyor ve biz farkında olmadan, o şeyler bizim gerçeğimiz olmaya başlıyor. Erkeğe karşı güçlü kılınmaya çalışılan kadını bu sefer kocası değil ama kocasından da kaba ve katı bir yönetici beyefendiye köle eden bir zihniyeti anlamaya çalışıyorum.
Buna misal vermek açısından hanımefendinin biriyle sohbet esnasında aramızda geçen geçen şu diyaloğu paylaşmak istiyorum:
– Çalışıyor musunuz? Dedim.
(Sormam gerekti. Merak ettiğimden falan değil, sohbetin gidişatı diyelim, çünkü bu cümleyi sevmiyorum.)
Her neyse verdiği yanıt beni o kadar rahatsız etti ki o gün karar aldım: “Bundan sonra hiç bir kadına bu soruyu sormayacağım.” dedim. Ne dedi ki diyeceksiniz?
– Yok ben çalışmıyorum sadece ev hanımıyım. Hâlbuki eşti, anneydi, eğitimciydi. Çocuklarını büyürken yakından görüyordu. Ama bundan utanıyordu. Sanki bir kusur, bir hata, bir eksiklikti bu.
– …
– Ne mutlu, ne kadar şanslısınız.
Diyecektim ama bu tür yaklaşımlara alışık olmadığı için beni yanlış anlayabilirdi.
Düşünsenize evinize hizmet etmek, çocuklarınızla yakından ilgilenmek, onları eğitmek, onları anne kokusu, anne yemekleriyle büyütmek utanacağınız, sıkılacağınız bir şeymiş gibi size hissettiriliyor ve bunları yaparken boş işle ilgileniyorsunuz. Dahası çocuklarını kreşe veren, hiç bilmediği kişilerce büyüten, onlara sevgiden çok para veren, eşi, çocukları geldiğinde yorulduğu için ayağa kalkmaktan erinen anne motifine uymadığınız için küçük görüldüğünüzü hissediyorsunuz çünkü hissettiriyorlar. Buradaki yöntem. “Çivi çiviyi söker.” den başka bir şey değil. Evde eşine karşı bağırıp, iş yerinde patronuna ya da patronlarının emirlerine susmak zorunda kalan kadını güçlü ilan eden bir bakış açısı ne kadar adildir?.. Ama sizce de burada bir mantık hatası yok mu? Bir tek bana böyle görünüyor olamaz. Diğerini de zavallı… Aslında ikisi de eziliyor ama boyalı bir şeker gibi sunulduğundan renksiz olanı cazip göremiyoruz.
Ne çalışan kadının ne de evde oturanın savunuculuğunu yapıyorum. Zaten aynı sahadayız. Üzüldüğüm şey şu; işte bu karmaşık sistem her iki şekilde de kadını eziyor. Bu da psikolojik bir şiddet değil de nedir? Gözü kaşı morarmamış ama tükenmişlik duygusuyla hayat ışığı kararmış. Yanisi şu ki kendimizi kandırmayı bırakalım ya da birilerinin bizi kandırmasını. Kim kimden daha üstün, kim ile kim eşit falan filan gibi kelime oyunlarında yarışmayalım da kadın ayrı kıymetli erkek ayrı kıymetli görülerek farklı iki fıtrata aynı rolleri biçmekten vazgeçelim. İşin bu kısmı ne hukukla ne yasayla ne cezayla çözülemez. Kaşgarlı Mahmut ne demiş ” Dille düğümlenen dişle çözülmez.” Bu ancak vicdan ve akılla çözülebilir.
Sosyal medyanın popüler insan figürü olmaktan vazgeçip, dizi replikleriyle hayatımızı, evliliğimizi yönetmeyi bırakırsak fıtratımızın ve imkânlarımızın gereğince hareket edersek herşeyden önce huzur buluruz. Ne kadın para kazanınca güçlü ne ev hanımıyken ezilmiş, ne boşanınca ayakları üzerinde duran ne bağırıp çağırınca haklı olur. Erkekte dövünce güçlü, boşanınca onursuz, öldürünce şerefli olmaz. Kelimelere takılıp kalmışız.
Bırakalım duyguyu, şunu bunu her şeyden önce aklın almadığı bir şey nasıl işimize yarayabilir. Kadını okuldan men edip cahil dediler, işe gönderip emekçi dediler, çocuğa atayıp bakıcı dediler, evi temizletip hizmetçi dediler. Kadın dediğin; anadır, bacıdır, haladır, teyzedir, yengedir, yârdır… Kadın evdir, ocaktır.
Sözlerim yanlış anlaşılmasın. Tanık olduğumuz üzücü sahnelerin tamamen zıddı nice kıymetli aklı başında eşler, babalar, oğullar, amcalar, dayılar var. Onlar saygı duyduğumuz toplumun ata damarlarıdır. Tam tersi sözlerimin muhatabı sayılabilecek hanımefendiler de yok değil. Eşini üzen, ezen hatta ne yazık ki katleden kadınlar da var. Ama elimizi vicdanımıza koyalım ki çoğunluk kadınların mağduriyeti yönünde.
Temennim; yakın zamanda tüm dünya üzerinde tek bir kadının bile artık öldürülmediği, gözü açık, aklına ve vicdanına sahip, huzurlu bir toplum düzeninin meydana gelmesi…
13 Ekim 2021
Fot: Karaköy/ İstanbul