Yazarın kendi kurgusuna ağlaması normal mi?
İstiklal Gazetesi Yazarı Fatma Tüz Zehra Babürşah ile Yazar, Yayımcı ve Editör Şenol Tombaş keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi… Yazarlar oluşturdukları karakterlerde aslında kendilerini mi…
Yazarlar oluşturdukları karakterlerde aslında kendilerini mi yazıyorlar? Karakterlerinin ve kurgularının etkisinden kurtulamayan yazarları bekleyen tehlike ne? Bir yazarın kendi kurgusuna ağlaması normal midir? Kitabın türü yazarın iç dünyasının bir yansıması mıdır, yoksa yetenekli olduğu alan mıdır? Ticari kaygılarla (basacağı kitabı hiç okumadan) kitap basan yayınevleri kişilerin maddi ve manevi duyguları ile oynamış olmuyor mu? Mesleki anılarını ve mesleki birikimlerini anlatan kitapların sahiplerine yazar denilebilinir mi? Hepsi ve daha fazlasını; Yazar, Yayımcı, Editör; Şenol Tombaş ile konuştuk.
Sizi biraz tanıyabilir miyiz, Şenol Tombaş kimdir?
Ordu, Ünye doğumluyum. Radyo- TV programcılığı mezunuyum. Kendimi bildim bileli yazıyorum. Radyoda program hazırlayıp, sundum. Yaklaşık 15 yıldır da yazarlık atölyesinde ders veriyorum. Yayımlanmış 8 kitabım var. Halk Edebiyatı Dergisi çıkartıyorum, şu anda 27. Sayısını çıkartıyoruz.
Peki, herkes yazar olabilir mi? Eskiden yayınevleri kitap basarken, olaya ticari olarak bakmıyorlardı. Fakat günümüzde (istisna dışındaki yayınevleri kusura bakmasın ama) tamamen yazarların üzerinden maddi çıkarlar elde etmek için kitap basıyorlar. Öyle ki adam basacağı kitabı okumuyor bile… “Kitabın içeriği nedir, ben nasıl bir kitap basıyorum?” bunları hiç sorgulamadan, yazara şunu söylüyor; “ilk baskı şu kadar olur, şu paraya olur! Baskı parasını verirsen yazar olma arzuna ulaşmış olursun!”
Her yazı yazan yazar değildir tabii ki…
Her kitap yazan da yazar olamaz değil mi? Yani bunu özellikle vurgulayalım!
Her kitap yazan da yazar değildir. Kişiyi yazar yapan şey nedir? Bir kere yazdığınız eserin çağları aşması gerekiyor. Fikirsel, düşünsel derinliği olması gerekiyor. Geniş kitlelerce benimsenmesi gerekiyor. Kendini sürekli güncellemesi ve yenilemesi gerekiyor. Bunları kendisinde barındırmış bir kişi ilelebet yaşar. Bunların dışında herkes yazar olabilir fakat herkes şöyle yazar olamaz; sanat insanı sınar. Çünkü sabır ve emek işi var bu işin. İşin içine kültür ve medeniyet giriyor. Burada sadece odaklananlar ve sabır gösterenler kalır. Bunlar da zaten bir avuç insandır ve kültür- medeniyet için yeterlidir. Bugün birçok insan kitap çıkartıyor. Evet, eskiden daha kaliteli, nitelikli, sanat, edebiyat daha ön plandaydı. Bugün sizin söylediğiniz gibi ticari kaygılarla kitap basanlar var. Bu da belki ilk adım için olabilir. Çok yazar ilk kitabını kendi parası ile bastırmıştır. İlk kitap için yayınevleri yazarlara destek çıkmadıkları için, yazarlar böyle şeylere başvurabiliyor. Ama burada bu kişi kitap çıkardı diye yazar oldu anlamına gelmiyor. Bunu zaman gösterecek. Bununla birlikte yazarlık öğretilebilir. Nasıl öğretilir? Şimdi desem ki yazarlık öğretilebilir, kusura bakmayın bu sizde yok, Allah bunu bize vermiş, bize hayran olun, bizi alkışlayın!” doğru olur mu? Olmaz! Kişide istek varsa, hayal gücü ve yetenek varsa, iyi bir gözlemciyse ve sürekli yazma egzersizleri yapıyorsa bu yeteneğini geliştirebilir. Bu disiplini gösterenler yazar olabilir fakat istek ve azim yoksa yeteneğin gelişmesi de haliyle beklenemez.
Çok merak ettiğim bir konu var, özellikle bunun cevabını sizden almak istiyorum. Kitaplarını okuyarak, yazar hakkında bilgi edinen/edinmek isteyen; kitabın içeriğine göre, yazar hakkında karakter analizi yapan insanlar var. Yazar gerçekten, yazdığı karaktere farkında olarak veya olmayarak kendi kişiliğini yansıtıyor mu?
Şimdi bir kere her şeyden önce kurgusal eserlerde oluşturduğumuz kişiler, yazarın karakteri olamaz. Yazarın bölünmüş kişiliği olabilir, yazarın ruhunun yansıması olabilir. Oluşturduğumuz karakterler tabii ki kendi karakterimizden izler taşır. Bu baba ve anne ile çocuğun ilişkisi gibi… Ama burada şunu diyemeyiz; yazarın tamamen kendisidir. Kurgusal eserlerde bu, belge niteliği değildir. Ayrıca bunlar sıkıntılı iddialardır. Yazar, karakterin travmalarını da yazıyor olabilir. O karakterler de bizde çok etki oluşturabilir. Dolayısıyla bu şekilde psikanalisttik yaklaşımlarda bulunmak doğru değildir. Bazı karakterler yazara çok sirayet ederler. Hatta bir yazarın dediği gibi; “Karakteri öldürmeseydim, kendimi öldürecektim!” Bazılarıyla dostluklarımız ilelebet sürer, bazılarından ise kurtulmak lazım. Karakterlerimizi tanımak, karakterimizi bilmek kadar önemli. Bunu bilmek içinde 10-15 tane öykü yazmak ve bunları incelemek gerekir. Bizden çıkan karakterler birbirlerine çok mu benziyor, yoksa birbirlerinden bağımsız mı? Bunları incelemek gerekiyor. Tabii karakter oluştururken kendi yaşadıklarımızdan yola çıkıyoruz, çevremizden yola çıkıyoruz, hayallerimizden yola çıkıyoruz. Ama tabii ki ne zaman yazarın kendisi olur bu kakakterler; hatırasını yazıyorsa, otobiyografisini yazıyorsa yazarın kendisidir. Dolayısıyla karakterlerle yazarı bağdaştırmak çok da mantıklı değil. Hatta burada yazar metnin önüne de geçmiş oluyor. Yani burada konuşulması gereken o karakterlerin orijinal kişiliği, olay, zaman, mekan ilişkisi vs… Yazar her zaman kendi hayatından yola çıkmaz.
Bu şekilde yazarın hayal gücünü, gözlemlerini, birikimlerini baltalamış oluyoruz, değil mi?
Baltalamış oluyoruz. Zaten kurgusal eser nedir? Olmuş ya da olabilecek olaylardır, yani tamamen bir hayal ürünüdür. Dolayısıyla da bu tarz bağdaştırmalar çok doğru değildir. Okurun sizin üzerinizden metni anlamaya çalışması; ağacın meyvesini değil de, ağacı eleştirmek gibi bir şey olur.
Hemen burada şunu sormak istiyorum. Bazı yazarlar (ki bunlardan bir tanesi de benim) yazdığımız kurguya fazla bağlanıyoruz. Kendi kitaplarımı -ki benim kurgularım bunlar- okurken; ağlıyorum. Bu normal bir şey mi? Acaba duygusal bir insan olmamdan mı kaynaklanıyor?
Sanatçılar duygusal insanlardır. Freud biliyorsunuz, nevrozda hastalıklı kişi olarak tanımlar. Dolayısıyla biz, bu karakterlerimizi yaşamazsak yaşattıramayız. Hissedeceğiz ki, hissettirebilelim. Yazarlar bu bağlamda kendilerinden sıkılmazlar, bir sürü karakteri yaşarlar. Bu şuna benziyor; bir tiyatro oyuncusu sahneye çıkıyor, orada iyi ya da kötü oyununu oynuyor; normal hayatta da kaldığı yerden hayatına devam ediyor. Biz de yazarken bu karakterleri yaşıyoruz; derinden hissetmezsek, hissettiremeyiz. Ama bu karakterlerden çıkamamak, bu karakterlerde çok fazla kalmak -ve bu karakter çok maraza, hastalıklı bir karakter ise- ve bu bize çok fazla sirayet ederse bu bizi yorabilir. Bilinçli yazarlar bu durumlarla çok fazla karşılaşabilirler. Çünkü biz, herkesten çok fazla görüyoruz, herkesten fazla hissedebiliyorsun; dolayısıyla kontrol etmesini bilmek gerekir. Merkezde yöneten bir “ben” mutlaka olmalı. Belki yalnız gecelerimizde bir dost olarak bu karakterleri meydana getiriyoruz ve bunlarla duygusal bir bağımız olabilir. Bu karakterlerle çok fazla şey paylaştığımız içinde kopmamız, bizi depresyona, paranoyaya, hatta şizofrene kadar götürebilecek karakterleri iyi yönetmek ve vakti geldiğinde kurtulmak gerekiyor.
Dram, fantastik, mizah birçok yazım türü var. Yazarlar bu türlerde hangisine daha fazla yeteneği varsa, ona mı yöneliyor; yoksa bu tamamen kişinin iç dünyası mı? Yani bu bir yetenek meselesi midir, yoksa kişinin iç dünyasının dışa yansıması mıdır?
Tabii yaratıcılığı tetikleyen unsurlar nelerdir, bunları kati olarak söyleyememekle birlikte, kişiliğimizle de, tatmin edilmemiş duygularımızla da alakalı olabilir. Çok ağlayan bir insan, mizah yazabilir; çok gülen bir insan dram yazabilir. Kemal Sunal gerçek hayatta çok ciddi biridir, biliyorsunuz. Zaten mizah dediğimiz şey acıları tebessüme dönüştürme sanatıdır. Çok ciddi birinden mizah çıkabilir, bu bizim eksik yönlerimizi tamamlamak olarak algılanabilir. Ama bana göre kişi hem dram, hem de mizah yazabilir. Çünkü bunlar birbirlerine çok yakındır. İnsan gözyaşı ile gülümsemesi arasında gidip gelen bir varlıktır. Burada önemli olan, dram ya da mizah değil; eserde bir sarsıcılık, bir derinlik olması gerekir. Eserin estetik değeridir. Hayatı hep mizah olarak versek de olmaz, hep dramlar üzerinden versek de olmaz. Hayatı tek bir yönüyle veremeyiz. O zaman ne olur; gülmece- dram arası eserler üreterek; hayatı birçok yönüyle ele almış oluruz. Ama birinde uzmanlaşmak gerekirse; bu da tercihlerimizle ilgili bir durum… Ama bu gel-gitleri iyi ayarlamak gerekiyor. Mesela birçok yazar bunları aşamadığı için intihar ederek ölmüştür. Bilinçli yazarlar bunları yönetir.
Film bittiğinde; olayların ve karakterlerin orada kalması ve gerçek hayatımıza onların etkisi olmadan devam etmemiz gibi…
Evet, profesyonellik bunu gerektirir. Ben bir yazarım, benim biraz şüpheciliğim, biraz paranoyaklığım, biraz hayalperestliğim olacak. Bunları nasıl yönetebilirim? En üstte iradeli, dirayetli mantıklı, bir yazar oluşturarak yönetebilirim. Yani kendi içimizde bir mekanizma oluşturmamız gerekiyor. Yaşayacağız ve bitecek! Mesajımı aksettirebildim mi, buna bakacağız.
Yine bence sorgulanması gereken bir konu. Kişiler, mesleki alanlarda uzmanlaştığı konularla ilgili kitap çıkartabiliyorlar; kendi mesleki anılarını veya kendi hayat hikayelerini konu alan kitaplar yazabiliyorlar. Bu durumlarda bu kişilere de yazar denilebilir mi?
Yazar; düşünce, fikir üretebilen, medeniyetin tıkanan noktalarını açabilen ve bir üslubu olan kişidir. Dediğim gibi herkes yazı yazabilir ama yazar olmak başka bir şeydir. Günümüzde artık neredeyse okurdan çok yazar var. Burada sosyal medyanın çok etkisi var. Ama tabii ki güçlü olanlar kalacaktır, zayıf olanlar elenecektir. Fakat burada iyi yazanlara haksızlık olacaktır. Okur iyi kitaplara ulaşıncaya kadar, zaman kaybedecektir. Çünkü iyi yazarlarda, iyi kitaplar gibi tozlu rafların arkasında kalacaktır. Her şeyde bir tekelleşme olduğu gibi edebiyatta da bir tekelleşme var. Körler, sağırlar birbirini ağırlar şekilde gidiyor. İşin emeğini çeken, çilesini çeken kişiler, hep arka planda kalıyor. Anlaşılması yıllar alıyor. Altın topraktan çıkınca, bizim insanımız da toprağa girince kıymetleniyor. Kuru kalabalıklar çok fazla. Birçok insan eserinin önünde şair, yazar… Halbuki kişinin kendisinden ziyade, eseri ön planda olmalı ve bakıyorsun havalardan, cıvalardan geçilmiyor. Bir tane kitap yazmış. Yok efendim Atilla İlhan da kibirliymiş; ol sende Atilla İlhan senin de kibrin olsun, ol sen de Nazım Hikmet, Necip Fazıl senin de kibrin olsun! Bu hamlığın belirtisidir zaten. Yazarlıkta olmak diye bir şey yoktur. “Oldum!” diyen meyve çürür. Gerçek yazarlar, sanatın enginliğine ulaşmış yazarlar; zaten daha tevazu sahibi oluyorlar. Çünkü derinlikleri bunu gerektiriyor.
İstiklal Gazetesi’nde yayınlanan röportaj