Müzik Tarihine Giriş

MÜZİK TARİHİNE GİRİŞ


Ne zaman dikkat kesiliriz aklımızdan geçenlere? Kalabalık bir metro istasyonunda asansör sırası beklerken ya da sabahın erken saatlerinde kuş cıvıltıları eşliğinde gökyüzüne bakarken kendimize kulak verir miyiz? İş arkadaşımız o gün giydiğimiz kıyafeti beğenmediğini söylediğinde ne hissederiz? Gün sonu televizyon karşısında uyuyakalmadan önce çayını yudumlarken mi düşüncelerine odaklanır insan? O saatlerde onlarca kelime el ele verip zihnimizde iki cümleyi ayaklandırır mı? Zihnimizin derinliklerinde kaç cümle uzak mesafeler kat edip dilimize varmayı hayal ediyor acaba? Açılmayı bekleyen kapılar, fark edilmeyi bekleyen duygular, hatırlanmayı bekleyen anılar… Evhamlı annelerin, sabahında çocuklarına “Yağmur ha yağdı ha yağacak; sakın şemsiyeni unutma.” diye tembih ettiği bir gün, işten eve dönerken ıslanmamak için hızlı adımlarla ilerlediğimiz sırada karşılaştığımız sokak sanatçısının seslendirdiği şarkı bize bu fırsatı sunabilir. Akşam saat sekiz için hava karanlıktır fakat sanatçı gitarın nota yerlerini ezbere bildiğinden ışığa pek de ihtiyacı yoktur. Şarkı epey güzeldir ve kim bilir aşina olduğumuz bir hatıradan gelmiştir -Sanki ezelden beri ortalarda dolaşan melodiler var- Kaç savaşın esirisin, kaç aşkın firarisi, diye sorsak cevap verebilir mi şarkılar? Müziğin etkisiyle adımlarımız kendiliğinden yavaşlar. Kaç gecedir rüyamızda gördüğümüz, balkonu sonsuz maviliklere açılan evi hatırlarız; hemen hemen herkesin böyle bir rüyası vardır. Gitarın sesi kulaklarımıza dolarken bunca kalabalığın içindeki varlığımızı düşünürüz. Ayaklarımıza bakarız; bizi nereye götürdüklerine de. Ne kıymetlidir insanın kendini dinlemesi ve ne kadar şahsına münhasır bir harekettir yavaş yürümek. Günümüzde iki yanı yüksek binalarla çevrili bir caddede, herkes telaş içinde bir yerlere yetişmeye çalışırken yavaş yürüyebilmek meziyettir; her hücresinde farkındalık taşır. “Fark etmek” fiilinin evi adımlarımızın arasındadır, desek hata eder miyiz?

Sanatçı, “Olmasan da yanımda, olmasak da birlikte, hiç istemesen bile, yaşarım ben seni.” der. Eski sevgililerimiz düşer aklımıza. Geçmişin rüzgarı saçlarımızı havalandırır. Ayrılık acısıyla ağladığımız günleri hatırlarız. Hangi kelime cimrisi yazmışsa şarkıyı, bir avuç kelime ile binlerce anlamı hapsetmiş satır aralarına, diye hayıflanırız zira dinlemek mühim bir hadisedir ve o dinleyiş kahramanı olduğumuz iyi ya da kötü pek çok hikayeyi görünür kılar. Tebessümün çehremizi yuva bildiği hikayeler, gözlerimizin ferini söndüren hikayeler… Bazı kelimelerin iki farklı anlamı var; aynı kelimede iki ayrı huy… Kelimelere yakışan sesteşliğin yakışmadığı gelenekler gözümüzün önüne gelir ve belki beraberinde gelenekler hasebiyle yaşayamadıklarımız. Kaçmak icap eder o anda; kalbimize tehdit gibi gelir bazı hatıralar. Yan tarafımızda küçük bir çocuk annesinin elini tutmayı reddeder. Çocuk bilmez büyüyünce annesinin ellerini sonsuz özleyeceğini; annesi bilmez dört yaşında bir çocuğun firari düşlerini. Ne büyük hata her ikisi için de. Belirsiz vakit miktarınca sinirlenirler birbirlerine; biz diyelim ince belli bir bardaktaki çayın yarılanma süresi kadar, başkaları Satürn’ün bir yıllık dönüş süresini hesaplasın. Kendimizden ve kişisel tarihimizin en heybetli dilemmalarından kaçmak için dünyanın tüm çocuklarını düşünürüz.

Siyah şapkasını ters takan uzun boylu sanatçı, yağmur damlalarının yüzündeki kıvrımları hedef aldığı sırada “Yollarda bulurum seni, takvimlerden çalarım seni.” diye bağırır; farklı notalar farklı anıları uyandırır. Uzun yıllar çalmışız takvimlerden. Her ay düzenli yatan maaşlarımıza aldanmışız. “Paranın yüzü sıcak olur.” demişler; anlamamışız. Önce ev, araba almaya; sonra daha güzel evler, daha güzel arabalar almaya uğraşmışız. Nice hayalimizi intihara sürükleyip nicesini bile isteye hızla gelen bir arabanın önüne atmışız. İnsan neden durmadan erteler ki kendini? En görkemli düşlerimizle adam asmaca oynamayı bize kim öğretti? Nihayetinde zaman geçer; yaşımız ellileri görür. Bacaklarımıza varisler doluşur. Artık zaman gözlerimizin üstüne yorganlar örterek uyumak zamanıdır. Artık zaman bize bizi hatırlatan şarkılardan kaçmak zamanıdır. Adımlarımızı hızlandırırız. Yavaş yürümek meziyet değildir artık; eziyettir. Şarkı bizi kovalar; biz ise kaçarız. Bak sen hınzıra! Fakat kaçsak ne fayda? Kırmızı ışıkta bekleyen arabalardan, esnaf dükkanlarından, apartmanların yola bakan pencerelerinden, müstakil evlerin arka bahçelerinden, akşam sofralarına eşlik eden plaklardan, envai çeşit arama sesine sahip telefonlardan farklı ezgiler yükselir. Birinden kaçsanız diğerine tutulursunuz.

Şüphesiz müzik hayatımızın önemli ve hatta ayrılmaz parçalarından biridir. “Müzik, gözlerimiz kapalıyken bile görebilmemizi sağlar.” der Helen Keller. Üstelik kendisi çocuk yaşlarda görme, duyma ve konuşma yetisini kaybetmesine rağmen mücadele etmekten hiç vazgeçmemiş ve ardında ilham veren hayat öyküsüyle beraber pek çok eser bırakmıştır. Zülfü Livaneli “İnsanların duygularını anlama çabamın bir parçası olarak sürekli müzik dinliyorum.” açıklamasını yapar. İnsanlık tarihi boyunca pek çok yazar ve düşünür konunun önemine atıfta bulunmuştur. Peki insanı küçük bir gemide geçmiş denizinde yüzdüren, daha iyi görmemizi ve anlamamızı sağlayan, acılarımıza ortak, neşeli günlerimizde şen şakrak; bazen kaçtığımız bazen de çılgınlar gibi radyoda frekansını aradığımız “şarkılar” hayatımıza nasıl girdi? Yoksa biz mi onları coğrafyalarını paylaşmaya zorladık? Çocukluğumuza, ergenliğimize, ilk hayal kırıklığımıza, yara izlerimize, mezuniyet törenlerimize, gelinliğin beyazına, dünyadan göç edenlerin karasına nakşettiğimiz şarkıların büyük büyük dedeleriyle, kır saçlı nineleriyle tanışmaya ve seni sana götüren yılgıların ülkesine girmeye cesaretin var mı?

Not: Yazıda geçen şarkıların söz yazarlarına, bestekarlarına ve tüm emekçilerine teşekkür ile…

Gülnihal ABAY

Bu yazıyı okudunuz mu?

Dünya Felsefe Günü

Dünya Felsefe Günü “Yalnızca aptallar ve ölüler fikirlerini değiştirmezler Aptallar değiştirmez, ölüler ise değiştiremez” “John …