DOĞA VE İNSAN
Ne güzeldir doğayla baş başa olmak. Yamaçlardan yuvarlanmak, kuş sesleri eşliğinde mavi gökyüzünde özgürlüğe tutunmak. Toprağın yağmurla buluşması sonrası o toprak kokusunu içimize çekmek. Yayla çiçeği gibi ruhumuzun güzelliklere serilmesi. Doğanın hazine sandığının kapağını açmak, pınarlarından kana kana su içmek, yaşadığımız coğrafyayı tüm güzellikleri ile tanımak.
Bu konuda yazma isteğimin nedeni bu güzelliklerle yaşamanın zenginliği koruma bilincine sahip bir toplum olmaktan uzaklaşmamız.
Doğanın dünyanın oluşumundan bugüne kadar var olan sürede canlılara mekan olması, kucak açmasının yanı sıra zarar verildiğinde canlıları yeryüzünden silebilecek gücü barındırması düşündürücü değil mi?
Sürekli kullandığım bir söz var.” Avuç açtım insana, insanlığa bir adım daha” diye. Bu sözün temeli ise şu: İnsanlar kendi iç dünyasında ego savaşı verirken, çevrelerini, sevdiklerini, doğayı gözü bile görmüyor ve hükmetme gibi cahilce bir mücadeleye giriyor. İnsan demek tek bedenden ibaret değildir. Onu toplumsal terbiyeye sokan aklıdır. Ruhuyla ise o güzelliği yaşamasını bilir. Pir Sultan ‘dan bir değişte olduğu gibi:
“Dünya benim diye göğsünü germe
Dünya kadar malın olsa ne fayda
Söyleyen dillerin söylemez olur
Bülbül gibi dilin olsa ne fayda”
Değerli dostlar pek çok yazımda da bahsettiğim gibi doğayı dost edinmek yerine, onun kendi içinde yaşadığı doğal ahengi bozmak sanırım lüks haline geldi. Pandemi dönemi boyunca ve normalleşme adı verilen süreçte insanlar çok fazla kayıplar verdi. En yakınlarımızı, bilim meşalesini yakan nice canları kaybettik. Birbirini yenmek için çabalayan devletler kendini bile taşıyamaz hale geldi. Artık kendi topraklarımızı işleyerek üretimde yer alıp zor koşullara imkanlarımızı hazırlamamız gerekiyor. Kısacası var olanı değerlendirmekte fayda var diyorum. Toprak sevgisi ve çevre bilinci gelişmemiş insanların, köylerimize geldiğinde, çeşme başlarında dinlenmek ve eğlenmek amaçlı kullandıkları yiyecek ve içecek atıklarını hiç rahatsızlık hissetmeden doğanın kucağına bırakıp hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmeleri çok ilginç bir o kadar da çirkin davranış değil mi? Yapılan bu yanlışlarla beraber ormanlarda da tahribatlar yapılarak inşa edilen koca koca binalar, köprüler, sera etkisine neden olan karbondioksit ve metan gazlarının kullanımının artmasıyla insanlar büyük bedeller ödüyor. İşin ilginç tarafı yanlış sonrası ders almamak ve unutmak gibi hastalıklı bir yaklaşımımız var. Oysa doğa kendi yöntemleri ile unutmuyor ve canlılara olumsuz dönüşü oluyor. İklim değişikliği nedeniyle de ekosistemin dengesi bozuluyor.
Hepimizin sadık yâri kara toprak değil mi? Aşık Veysel bir şiirinde şöyle diyor. “Aslıma karışıp toprak olunca /Çiçek olur mezarımı süslerim.” Gönül gözlü Aşık Veysel yıllarca aşkı aramış ve sonunda vefayı ve dostluğu toprakta bulmuştur.
Cengiz Dağcı “o Topraklar Bizimdi” ve “Onlar da İnsandı” gibi romanlarında köylüleri, tarlaları ve toprağı anlatır. Köylüler kendi tarlalarında çalışıp, kendi hayvanlarına bakmaktadır. Toprağa öyle bağlıdırlar ki sanki toprak beden, köylü de ruhtur. Toprağa şekil verirler, işler, sever, düzeltir ve temizlerler. Her türlü bakımını yaparlar. Toprak onlar için, hava gibi, su gibi, ekmek gibi bunların da ötesinde evlat veya sevgili gibi bir şeydir. Toprak sevgisi kuşaktan kuşağa geçer. Toprağı kuşu ile dağı taşı ile bilmeyen nasıl sevecek. Nereden bilecek her karışının bir öyküsü olduğunu, o öyküden, o destanda bir parçamızın bulunduğunu. Biz toprağı beton yığınlarının altına hapsettik. Toprakla birlikte sevgiyi, dostluğu, komşuluğu gömdük. Bir yağmur sonrası toprağın mis gibi kokusu nasıl etkiler ruhumuzu. Çocuklarımız büyük şehirlerde bir kır çiçeğine, bir söğüt dalına, ağaçlarda kuş sesine hasret doğup büyüyecekler ne yazık ki…
Esen kalın Sevgiyle kalın Gülten Özgül Eylül 2020