Yazar: Birgül Tombul
Bir sarsıntıyla derin uykumun katmanları dağılıverdi. Annem bir yandan omuzumdan sarsıyor bir yandan da tiz ve öfkeli sesiyle tez canlı bağırıyordu “Kutaaaay, kalksana daha kaç kere sesleneceğim sana. Her sabah aynı şey.” Artık ne söyleyeceğini sırasıyla biliyorum. O söyledikçe ben de gözlerimi açmadan içimden onunla beraber söylüyorum. “Kaç yaşına geldin hâlâ ben uyandırıyorum seni. Akşam yatmaz, sabah kalkmaz, yatıyorsun tembel tembel. Kalksana oğlum. İş yok, güç yok, eş yok, ev-bark-düzen yok. Nedir bu ya hu! Kalk çabuk zıkkımlan iki lokma git iş ara.” Kapının önünde şu anda, tekrar seslenecek.” Kalk çabuk Allah’ın cezası.” Bitkin, yorgun, gergin gözlerimi açıyorum. Saat aşağı yukarı on civarı. Odama vuran ışığın duvardaki oynaşmasından anlıyorum bunu. Kalkıyorum gönülsüz. Uyumak istediğimden değil, uyanmak istemediğimden uyuyorum. Okul biteli yıllar oldu. İş lazım, ev bark lazım bunu ben de biliyorum da iş nerede? Hani anne baba çocuğunu kayıtsız şartsız severdi? En sonuncusunu az önce duyduklarım pek sevgi dolu değildi ama. Öfkeyle kapıya ters ters bakıyorum sanki bakışlarım duvarların ötesindeki annemi görüyormuş gibi. Bir de “İki lokma zıkkımlan” demez mi? “ İstemez, siz zıkkımlanın!” Üstümü giyiniyorum, elimi yüzümü çarçabuk yıkıyorum. “Gidiyorum” demek içimden gelmiyor, kapıyı da özellikle sert bir şekilde çekip çıkıyorum. Ellerim cebimde çevremde kim olduğuna, ne olduğuna aldırmadan öylece önüme bakarak yürüyorum. Metronun yürüyen merdivenlerinin başında duruyorum. Adımımı yürüyen merdivene atıp yer altına iniyorum, sanki düşüncelerimin de en altına iner gibi. Bütün bunlar tamamen benim suçum muydu? Ben mi demiştim beni dünyaya getirin diye? Okuduğum bölüm her yıl binlerce mezun verirken, iş alanlarını ben mi daraltmıştım? Yeni mezundan iki yıllık tecrübe isteyenin hiç mi suçu yoktu? Kendi kendime “peki siz karnımı doyurmaktan başka ne yaptınız?” dedim. İnsanlar çocuklarını nerelerde okutuyor, ne yatırım yapıyor. Sonra da “iş bulamadın mı?” “Bulamadım!” Ne yapacağımı düşünüyorum. Rastgele gidiyorum işte, nereye gittiğimi düşünmeden. Annemin söyledikleri yanlış değil tabii ki. O da benim için söylüyor. Artık ufak ufak yolumu bulmalıyım ama nereden başlayacağım? Metroya biniyorum bir sürü genç bir yerlere gidiyor, yanındakilerle bir şeyler konuşuyor, gülüyor, düşünüyor. Onları izliyorum ben de. Birine gözüm takılıyor. Telefonundan bir şeylere bakıp elindeki not defterine minik notlar alıyor. Metronun geldiği durakta durmasıyla ayağa kalkıyor, ben de kalkıyorum. Yanında durup beraber iniyorum. “Ne çok not aldınız” diyorum sevimli ve sakin bir ifadeyle. Önce geri çekiliyor irkilerek, sonra gülümsemem onu da gülümsetiyor. “Ne yapayım ağabey, iş arıyordum. Şu iş ilanı sitelerinde bana uyan ne kadar yer varsa CV gönderdim, belki elli tane. Üçünden geri dönüş oldu, şimdi biriyle görüşmeye gidiyorum.” İlgiyle dinliyorum sanki ilaç reçetesi gibi geliyor söyledikleri. “Hangileri bu siteler?” diye soruyorum. “Ben de iş arıyorum.” Elindeki telefonundan hepsini gösteriyor. Çoğu bildiğim, iki tanesi bilmediğim site. “Bulursun ağabey” diyor, “çabalamayı bırakma. Her yere gönder işte, ne yapacaksın. Bir yerden başlayacağız sonuçta.” “Doğru” diyorum. “Biraz daha fazla çabalamalıyım.” Metronun yürüyen merdivenlerinde yeryüzüne çıkarken, kafamı kaldırıp masmavi gökyüzüne bakıyorum. Sanki toprağı delip çıkan bir filiz gibi, umudum yükseliyor. Çıkıyorum metrodan, yolun karşısına geçiyorum. Masmavi deniz bugün çarşaf gibi hareketsiz. Oturuyorum banka, “şu gencin söylediği siteler hangileriydi? Tekrar bir bakayım diyorum, tekrar başlayayım ama bugün daha bir umutla bakayım ilanlara. Göndereyim her yere CV’mi. Belki iş olur, güç olur, eş olur, ev-bark-düzen olur.
Bu yazıyı okudunuz mu?
Çalmak
Çalmak Merhaba, Halk Edebiyatı Dergisi’nin sevgili okurları. Bugünkü konumuz çalmak üzerine olsun istedim. Hayatın bizden …