Özlem Korkmaz
Kim Kendinden Razı
Ne çok kavga ediyoruz birbirimizle. Ne çabuk düşüyoruz birbirimize hemen. Halbuki her birimiz derken bile içinde bir geçiyor. Bir olmak. Eskilerin sözü vardır: “Nerede birlik orada dirlik.” İnsanın insanla geçinmesi bu kadar zor olmasa gerek. Dirlik içinde yaşamak ne çok muhtaç olduğumuz şey. Aslında birliğimiz de var dirliğimiz de. Ama her an birbirimizin boğazına yapışacak gibi duruyoruz. Sanki biri bir şey söylese de kavga etsek gibi tetikte bekliyoruz.
Her birimizin bir olmanın ötesinde kendi başına bir birey olduğu gerçeği temel alınarak ama bir araya geldiğimizde de birey olmamızın gücünü görerek yaşamayı öğrenmek zorundayız. Kelimelerin gölgesi altına sığınarak tek bir kavramı yüceltip karşıt kavramları yerin dibine gömmenin makul bir tarafı olamaz. Toplum olmayı kabile, soy, hemşehrilik ayrımcılığına vardırmak, birey olmayı tüm toplumsal biraradalığın dışına taşımak ne denli sağlıklı bir iletişim biçimi. Birey olmayı aileden akrabadan soydan sülaleden uzaklaşmakla sağladığına inanmak ne büyük yanılgı. Özgürlük, hürlük söylemlerini bir başkaldırı bir isyan mertebesinde görmek ne büyük bir kendini kandırma. Oysa insan bir aradayken kendi başına da bir birey olduğunu hissedebilir ve hissettirebilir.
Sanırım, insan toplumsal bir varlıktır gibi binlerce yıldır söylene gelmiş bir cümlenin gücüne sığınmak yersiz düşmez. Yerleşik hayata geçtiğimiz ilk günlerden bu yana iş birliği içinde olmadığımız kaç meselemiz var. İnsan doğumundan ölümüne kadar başka insanlara muhtaçtır. Hiçbir konuda muhtaç olmadığını düşünen bir insan bile ölünce gömülmek için muhtaçtır. Kendi başına var olmak, insanların kötü oluşundan dem vurup insanlığa lanet okumak, kendini herkesten izole ederek koruduğunu sanmak bile içinde çözüme muhtaç başlı başına bir mesele barındırır. Evet başımızı alıp kimselerin olmadığı bir yere gidip, tek başına yaşasak, suyumuz ekmeğimiz hiçbir şeyimiz de eksik olmasa en çok bir insan sesini ararız. Şu dertlendiğimiz kalabalığı, gürültüyü özleriz. Kavga ettiğimiz yakınlarımıza kendisinden kaçtıklarımıza hasret çekeriz. İnsan olmamızın fıtratında toplumsallık yatıyor. Hz. Adem’den bu yana böyleyiz. İnsan yaradılışına ters düşen birşeyi talep ettiğinde mutlu olamaz. Mutlu olmak konusunda başarılı da olamaz. Biz ancak hep beraberken mutlu olabiliriz. Bir kere bunu kabul etmeliyiz. Ve kollarımızı sıvayıp,
İşe önce insan severek başlamalıyız. Ve bu insan ilk önce aynaya baktığımızda gördüğümüz insan olmalı. Kendini sevmeyen insanların yüzündendir hayatın bütün bu karmaşası. Gözünü sevmeyen, kaşını sevmeyen, burnunu sevmeyen biri başka bir suratı nasıl sevebilir. Kendisini kabul etmemiş, benimsememiş, her şeyiyle varlığını içine sindirmemiş biri başka bir insanı nasıl kabul edebilir nasıl başka birinin kaşına gözüne, huyuna suyuna tahammül edebilir. Henüz kendine alışamamış, kendiyle yaşamayı başaramamış biri, bir başkasıyla nasıl yaşamayı başarabilir. Zor… İşte önce insan kendi kendiyle yaşamayı öğrenmeli. Mutluluğu fiziğine yaptığı cerrahi müdahalelerle, ruhuna yüklediği değişik inanışlarla bulacağına inanan insan, içindeki boşluğun üzerini streç filmle kapatmış kadardır. Oysa iyi muhafaza edilmemiş herşey de olduğu gibi güncel mutluluk formülü de birkaç gün tazeliğini koruyacak ancak kısa sürede bozulmaya yüz tutacaktır. Ve kendi mutluluk tarifini bulamayan bir insan, hayatını ne kadar geçici çeşnilerle süslerse süslesin bu tarif ne kendisini ne de kendiyle beraber olanları mutlu etmeye yetmeyecektir. Sonra işte o özündeki bireyi kendi daha bir yere oturtamamış bir insan, toplumun çemberi içine girdiğinde kendini kim olarak nereye konumlandıracağını bilemeyecek, kendisine ait gösterilen yerlere de ya razı gelecek ya da anlayıp dinlemeden itiraz edecektir. Halbuki insanın değer kulvarında bir yere sahip olması için ilk önce insan olması ve beraberinde de insanlık taşıması yeterlidir. Ama bunların yeterliliğinin öğretilmediği, hissettirilmediği toplumlarda insan, var olmayı ve varlığını kabul ettirmeyi birbirine itiraz etmek, karşı gelmek, haklılık davası gütmek, güçlülük egosu göstermek olarak algılar. Neticede birbirine tahammül etmeyen, birbirini anlamayan dinlemeyen, özünde birbirini sevmeyen insanlar bir arada dirliksiz yaşar. Sonra çocuk annesiyle, anne babasıyla, baba kardeşiyle, kardeş komşusuyla anlaşamayan bir toplum oluşur. Çocuğa sorsan o anne babasından memnun değil, anneye babaya sorsan o çocuğundan razı değil, öğretmene sorsan o hiçbir çocuktan razı değil, akrabaya sorsan herkes yılan, eş dost ortağa sorsan herkes birbirinin kuyusunu kazıyor.
Soruyorum: Kim, kendisinden razı, kim kendinden razı? İnsan önce kendinden razı olmalı. Bir kuşun, bir kelebeğin, bir akarsuyun nehrin, güneşin ayın kendini sevdiği kadar seviyor mu insan kendini? Ve güneşin aydan, ayın yıldızdan, şu galaksideki milyonlarca varlığın varlıktan insan kadar var mı şikayeti? Şikayeti varsa insan önce kendini kendine şikayet etmeli. İnsan başkasından dert yandığı kadar kendinden yansa ne dert kalır ne tasa diyerek sözlerimi noktalamak isterim. Umarım gün gelir kendimizden razı olmayı becermiş oluruz.
Sevgilerimle…
20 Mayıs 2023
Fot: Özlem Korkmaz