Çölde Nilüfer
Hiç gölde kaktüs yetişir mi veya çölde nilüfer? Hiç kar olmayan bir yerde kardelen gördünüz mü veya su olmayan yerde söğüt ağacı?..
Hiçbir bitki, iklimini bulamadığı yerde yetişmez. Gerektiği kadar nem, gerektiği kadar yağış, gerektiği kadar güneş… Ne eksik ne fazla, ihtiyacı kadar…
Bir zeytin çekirdeğini getirip soğuk bir dağın başına ekerseniz, nasıl bekleyebilirsiniz ondan meyve vermesini? Zorlasanız da çırpınsanız da ve hatta kendisi de istese olmaz; büyüyemez, dal budak salamaz.
Sonra diyebilir misiniz o ağaca “Neden büyümüyorsun, neden dalların zeytinle dolup taşmıyor?” diye suçlayabilir misiniz? Siz ona ihtiyaç duyduğu ılıman ve nemli iklimi sağlamadınız ki… Nasıl suçlarsınız; nasıl ondan en kaliteli zeytinleri vermesini ve meyvelerinden en kaliteli zeytinyağını elde edebilmeyi beklersiniz? Siz onu en başta, ait olduğu toprağa ekmediniz ki?
Her tohumun ihtiyaç duyduğu ortam farklıdır. Kimi soğuğu sever. Kar yağmalı, soğukta karın altında kalmalıdır bir süre. Kimi tohum sıcağı sever. Güneşin ışıkları direkt üzerine gelmelidir, içindeki saklı cevherin dışarı çıkabilmesi için. Kimi sevmez güneşi, ama onsuz da yapamaz. Gölgede olmalı, fakat uzaktan da olsa güneş ışıklarını hissetmelidir üzerinde.
Şimdi siz soğuk isteyen tohumu sıcak iklimdeki bir toprağa ekerseniz, güneşi isteyen tohumu zorla tutup getirip karın ortasına atarsanız büyüyebilir mi sizce, dal budak salabilir mi?
Bir bebek düşünün, henüz yeni doğmuş, annesinin ilgisine muhtaç. Bir süre sonra büyür o da. Göremezsiniz içinde barındırdığı cevherleri. Fakat dünyaya gelmesinin mutlaka bir sebebi vardır. Hiçbir canlının sebepsiz yaratılmadığı gibi o da boşuna yaratılmamıştır, mutlaka dünyaya gelip burada gerçekleştireceği bir görevi vardır.
Bebek büyüdükçe dünyayı keşfe çıkar, anlamlandırmaya çalışır kendince. Her gün yeni bir şey öğrenir ve yaradılış özelliklerine göre yorumlar onları. Hepsi farklı farklıdır, her bebeğin baktığı yer farklıdır.
Zamanla büyür bebek, yürümeye koşmaya başlar. Sonra okul çağı gelir, yavaş yavaş anneden uzaklaşıp kendi ayakları üzerinde durmaya başlar. Meraklıdır, keşfe açıktır, doğuştan getirdiği özelliklerine göre anlamlandırmaya başlar hayatı veya öyle olacağını zanneder bilinçsizce…
Fakat sistemimiz alır o çocuğu. Henüz o daha dünyaya gelmeden hazırlanmış kalıplar vardır. Büyükleri, çok önceden, içine gireceği kalıpları dökmüşlerdir zaten. Kendi isteklerine göre hava şartlarını da oluşturmuşlardır. İlkokulda şu mevsim, ortaokulda bu kalıp, lisede devam…
Merakla, hevesle başlanan bir adım, zamanla farkında bile olmadan bir yarışa dönüşür. Çocuk içine bakıp “Ben kimim?” bile diyemeden büyümüş, bir yarışın içinde bulmuştur kendini. Sistem onu gerektirmektedir. Yaşaması için, nefes alabilmesi için yarışması gerekmektedir.
Çetin kış şartlarında, karın ayazın ortasında sürekli koşması istenmektedir; oysa o güneşi seviyordur belki. Belki karda mücadele etmek yerine sıcacık bir kumsalda ayaklarını suya sokup, orada yavaş yavaş yürümek istemektedir. Belki yavaş yürürse daha faydalı olacaktır kendine ve çevresine.
Yorulur sonra, koşmaktan, yarışmaktan, mücadeleden yorulur ve geride kalır. Dünya denen yolculuğunda artık mutsuz, depresif, verimsiz; kendine ve başkalarına faydası olmayan bir varlıktır artık ve insanlar onu suçlar. Yarışmada geri kaldığı için, başarısız olarak adlandırılır; belli kalıplara giremediği için damgalanır ve bir kenara atılır. Milyonlarca insan yığınından bir tanesidir artık o da. Sadece kendine verilenle yetinen, sadece yaşamak için yiyip içen, sıradan, mutsuz bir insandır.
Tertemiz beyinleri önceden hazırlanmış kalıplara zorla sokmaya çalışmak haksızlıktır. Öyle bir sistem kurulmalıdır ki hayat yolculuğuna başlayan her bir birey özgürce keşfe çıkabilmelidir. Hayatının daha başındayken esir alınmamalıdır. Önce şöyle kenarda durup incelenmelidir çocuk, anlamaya çalışılmalıdır. “Bu can hangi iklim şartlarına göre yaratılmıştır, hangi toprakta büyüyüp gelişip meyve verebilir? Yaşaması, büyümesi, çiçekler açabilmesi için hangi hava şartları gerekmektedir?” Bu sorunun cevabını aramak olmalıdır o canı teslim alanların görevi.
Dostoyevski “Dünyanın en zor hissi, kendini ait hissetmediğin bir yerde bulunma zorunluluğudur.” der. Şöyle etrafımıza bir bakalım. Ülkemizde kaç kişi olmak istediği yerde, aidiyet hissettiği yerdedir? Yoksa çoğumuz anlamsız bir yarışın içinde mi geçirmiştir çocukluğunu ve gençliğini? Kaç şanslı kişi ihtiyacı olan iklim şartlarında, yeteneklerini gösterip geliştirebileceği bir ortamda, mutlu, özgür, verimli ilerleyebilmektedir?.. Kaç kişi?..
Nursel Koçak