Gidenler… Kalanlar… Dönenler…

Gidenler… Kalanlar… Dönenler…
Birgül Tombul

“Bilmez ki dönen kimse,
Giden kimse değildir artık.”
Edip Cansever.

Böyle der Edip Cansever, doğru…
Hem de büyük bir kararlılıkla, hevesle gitti… Ben gidiyorum dedi… Gitmeliyim dedi… Gitmezsem hiç kimse için iyi olmayacak dedi… Birbirimize zaman vermeliyiz dedi… Yoruldum artık taşıyamıyorum dedi…
“Gitsem mi?” demedi, gitti…
Halbuki nikah masasında ağzımızdan o “Evet!” sözcüğü çıktığında birbirimizin gözlerinin içine ne kadar da inanarak bakmıştık. Severek, mutlulukla ağzımızdan o “evet” sözcüğü dökülmüştü. Ne çok şahidimiz vardı salonda, tıklım tıklım doluydu her yer.

Sonra… İkimizin arasındaki o güçlü sandığımız sevgi, birden diğer insanların beklentilerinin merkezi oluverdi. Artık biz de resmi bir kurumduk sonuçta, uygun davranmalıydık. Tabii ki “görev ve salâhiyetimiz” vardı. Ama ya sevgimiz? O tatlı neşemiz?
Ben çalışma hayatının içinde tanıdım O’nu. Aynı sektördeydik ama farklı kollardaydık. O daha çok ticari bölümündeydi işimizin. Bense daha çok insanlarla iç içe, daha çok, onları rahatlatan, tedavi eden bir alandaydım. Ama sık sık bulunduğum yere gelirdi. Zamanla birbirimizi fark ettik, sevdik. Öyle çok sevdik ki…
Sonra çok sade bir törenle evlendik. Mutluyduk, şaşkındık, acemiydik. Ne yapacaktık, nasıl yapacaktık? Birlikte bir düzen nasıl kuracaktık? Bir hayatı paylaşmak nasıl bir şeydi?
Zamanla ailesel farklılıklarımız ortaya çıktı. Daha doğrusu ailelerimiz bizi kendi düzenlerine döndürme konusunda yarışa girdi. Benim babam emekli mühendis. Önceden hafta sonu yapardı ya; emekli olduktan sonra sürekli erken kalkar, yürüyüşünü yapar, gelirken ekmeği alır, eve gelir duşunu alır ve kahvaltıyı hazırlar. Seslenir bize,

“ Haydi tembeller, kahvaltı hazır.”
Biz gülüşe, oynaşa kahvaltıya oturur, güne devam ederdik. Ben böyle bir aileden geliyorum. Zannediyorum ki, eşimle de evlenince böyle devam edeceğiz.
Eşimin ailesi ise çok daha farklı. Baba aşırı katı, sert, yüzü asla gülmez. Aslında esnaf ama böyle bir mizacı var. Kayınvalidemse köyden gelmiş, o da anasından gördüğü gibi davranmış. Baba eve gelince yemeğini yer, koltuğa oturur. Annenin yeri o koltuğun yanında, yere yaptığı bir minderin üstüdür. Hep orada oturur, başka bir yerde oturduğunu göremezsiniz. Çay getirir, baba içer, bardak boşalır “doldurayım mı?” diye sorulmaz. Taa ki o elinin tersiyle “yeter” işaretini yapana kadar. Sizden öğrendiğimi tekrar edeyim hocam, “Eşim, benim de böyle bir eş olacağımı düşünmüş, çünkü başka türlüsünü bilmiyor.”
Dolayısıyla bir girdabın içine düştük. Hangimizin ailesi gelse yadırgıyor. “Ama böyle de olmaz ki yavrum”lar havada uçuşuyor. Biz ne yapacağımızı şaşırdık, huzursuzluklar da artmaya başladı, çünkü biz de dönüştürme işini vazife edinmiştik kendimize bilinçsizce. Mutluluğumuz bu dönüşmeye bağlıydı sanki.
Eşim de ben de eğitimli insanlarız halbuki. Oturduk konuştuk, çünkü böyle devam edemeyeceği aşikârdı. Sizden iyi olmasın, bir terapiste gittik o dönem ve aile terapisine başladık. Bu anlattıklarım üzerine terapist şöyle demişti,

“Sizler farklı ailelerden geldiniz. Ama beyefendi, ne siz babanızsınız ve eşiniz sizin anneniz; ne de siz hanımefendi, eşiniz sizin babanız ve siz annenizsiniz. Siz ayrı bir bireysiniz, ayrı kişiliklersiniz, ayrı bir ailesiniz. Ebeveyninizin hareketlerini kopyalayarak yeni, özgür ve özgün bir aile kuramazsınız.”
Bize seanslar boyunca ev ödevleri verdi. İyi de gidiyorduk. Ama aileler durmadı, bırakmadı. Bu sefer de çocuk gündeme geldi. Evliliğimiz iki yılını doldurmuştu ama çocuğumuz olmamıştı. Aslında önlem de almıyorduk ama olmadı, biz de üzerinde çok durmadık. Olursa istiyorduk, yoksa fark etmezdi yani.
Ben de bir yandan çalışıyorum. Eşim evde hiç sorumluluk almaz. İşi yoğundur, ben de zaten ottan çöpten sorun çıkıyor, bu da sorun olmasın dedim. Zamanım da kalıyordu, işten eve dönünce yapıyordum. Mesailerimin arttığı yoğun bir dönem oldu. Geç saate kadar çalışıyordum ve ev işleriyle de ilgilenemiyordum. Bu sefer tartışmanın bahanesi bu oldu. Geçici bir süreç olduğunu söylüyordum ama sürekli konuşuyordu.
“Bu banyonun hali ne böyle, yemek de yapmamışsın. Eşşek gibi çalışıyorum, eve gelip bir de yemek mi yapayım. Bulaşıklar dağ gibi yığılmış” vs.

Hatta bir gün annem babam geldiğinde babamın kolundan tuttu banyoyu, mutfağı gösterdi. Babam çok üzüldü.
“Hadi hanım siz evi toparlayın, biz de damatla bir çıkıp gelelim” dedi.
Annemle evi temizledik, çok üzgündü. Canım annem yemek yaptı, hatta dondurucuya bile koyacak şeyler hazırlamıştı. Biraz da konuşmuştuk hatta,
“Yavrum, evlilik zor zanaat, yoğun çalışma sürecindesin bir de evde bu kadar yoğunluğu bünyen kaldırmaz. Ya evde ol ya da eve birini al.”

Mantıklıydı aslında eve bir yardımcı almak, ama eşim zaman zaman geç saatlere kadar evden çalışıyor. Kıskançlık gösterdim ve yardımcı konusuna da yanaşmadım.
Babam da dışarıda konuşurken uzun uzun bir evi, bir eşi, bir dizeni kurmanın ve sağlıklı devam etmenin fedakârlıkla olacağını, birbirimize destek olmamız gerektiğini, sadece O’nun koca olarak desteğe ihtiyaç duymadığını, benim de destek beklediğimi söylemiş. Ama böyle bir aile yapısından, böyle kültürden gelmeyen adama laf anlatmak zor. Babamın iyi sözünü kötüye yormuş, bir de babama darılmış.
Yakın arkadaşım var onunla konuşuyoruz, anlatıyorum olanları. O bana sürekli,
“Sizden olmaz canım arkadaşım, zorlama bu evliliği. Rutin kontrollerinde doktor bir sorunun olmadığını söylüyor ve buna rağmen çocuğunuz olmuyor. Bu bile bir işaret değil mi? Çok incineceksin, yapma gel ayrıl şu hödükten.”
Ayrıl demesi kolay, sonuçta hep mutsuzluk günlerinden geçmiyoruz ki. Yüzde elli elli. O yüzden evliliği bozmak da zor. Zygmunt Bauman’ın bir sözü var ya hani,

“Hayatım boyunca üst üste üç gün mutlu olduğum bir zamanı hatırlamıyorum ama çok mutlu bir hayatım oldu”
Aynı biz de bu şekilde devam ediyoruz. Ama çocuk konusu kriz oldu. Sonunda tedavi gördük ve üçüzümüz olmasın mı? Mutlu mu olalım, korkalım mı bilemedik. Şaşırdık kaldık. Neyse tabii ben işten ayrıldım, bebekler dünyaya geldi ama huzursuzluk bitmedi. Bu sefer de hem annemin hem kayınvalidemin, kocamın eve geç gelmesine, ilgisizliğine bahanesi çok garipti.

“Çocuk baskını oldu yavrum, ondan bu hali çocuğun.”
Çocuğun? Nasıl yani? Çocuk baskını ne? O çocuk baskını bana olmuyor muydu? Hem de üçüz çocuk doğurmak, onlara bakmak kolay mı? Çok çocuk olunca erkek bunalıyormuş, o yüzden evden uzaklaşıyormuş. Bu durum çocuk baskınıymış. Eee ben ne yapabilirim buna? Bu nasıl bir adaletsizlik böyle?
İki yıl geçti. Çocuklar yavaş yavaş büyüyor ama ben artık tükenmiş vaziyetteyim. Eşimin iş yoğunluğu, suratsızlığı, ilgisizliği devam ediyor. Çocuklar büyüyor ama üç çocuğu gelin bana sorun, en ufak bir desteği yok. Çocukların bakımına annem yardım ediyor. Hatta canım annem benim, onlara yakın ev bulmuş,
“Hiç değilse gider gelirim de yatıya kalmam, yavrum benim de evim var yoruluyorum artık. Hem baban da yaşlandı artık, Onun da bana ihtiyacı var.” diyerek bizi yakınına taşıdı. Peki bitti mi sıkıntılar, tabii ki hayır. Bu sefer de derdimiz yakın oturmak.

Sonra bir akşam tartıştık eşimle. Birbirimize bağırdık, çağırdık bir sürü. Aldı eline ceketini, ben gidiyorum dedi, gitmeliyim dedi, gitmezsem hiç kimse için iyi olmayacak dedi, birbirimize zaman vermeliyiz dedi, yoruldum artık taşıyamıyorum dedi… Çıktı gitti. Hem de büyük bir kararlılıkla, hevesle gitti…
Araya kim girdiyse dönmedi. Beni aldatmıyor biliyorum O öyle bir insan değil ama bir buçuk yıldır annesinde kalıyor. Yakınlarından haber geliyor, biliyorum, hatta eminim. Ama istemiyormuş dönmeyi, evlendiğimizden beri dert bitmemiş.

Çocuklar dört yaşına geldi. Annemler bizimle ilgileniyor, eşim kiramızı da ödüyor, giderleri de karşılıyor, paraya ihtiyacımız yok ama kendisi de yok ortada. Ben de bir yandan plan yapıyorum geleceğim adına. Seneye çocuklar artık ana okuluna başlar, ben de işime dönerim ve boşanma davası açarım artık. Çünkü işim olmazsa çocuklarıma bakamam. Artık O’ndan gelecek hiçbir şeyi istemiyorum. Genç bir kadınım ve artık hayatıma devam etmeliyim.

Bir gün kapı çaldı, baktım eşim kapıda. Şaşırdım… Kırıldım… Öfkelendim…
Döndü, hiçbir şey söylemedi. Sanki o bir buçuk yıl geçmemişti. İşten döner gibi döndü. Döndü, aslında dönmedi. Ben de kaldım, aslında kalmadım. Gitmek, dönmek neye göre. Zaman sel gibi akmış aramızdan. Biz çoktan birbirimizden ayrı düşmüşüz. Zannediyor ki bu ilişkinin tek karar mercii kendisi. Gitmek isterse gider ve gitti, dönmek istediğinde de döndü ve ben mecbur kabul edeceğim.

O’nu artık istemediğimi söyledim. Bir buçuk yıldır ayrı olan bir adamdan emin olamayacağımı söyledim, sırf O’nu kırmak ve benim de söz halkımın olduğunu hissettirmek için. Ayrılmak istediğimi söyledim.
Yalvardığım, haberler gönderdiğim, cevapsız kalan bir sürü aramalar yaptığım, mesajlar bıraktığım, ağladığım günler bitti. Çocuklarımla bir yolunu bulacağım, işime döneceğim ve yolumu tekrar çizeceğim.
Konuştuk bunları hocam. Gidişine de dönüşüne de, ne akıl ne de kalp aslında ikna olmadı. Tekrar aile terapisine başlamayı tavsiye etmiştiniz, hatta bir sonraki seansa beraber gelin demiştiniz ama onu da istemiyorum, uzatmaya gerek yok, istemiyorum hocam. Giden gitmeli hocam dönmemeli, kalan da kalmamalı o da gitmeli. Eğer bittiyse, uzatmaya, anesteziyle uyuşmaya gerek yok. Neşter, tam zamanında, tam yerine vurulmalı.
İstanbul / Nisan, 2025

Bu yazıyı okudunuz mu?

Felsefi Sohbetler

Felsefi Sohbetler -“Modern bir zamanda insan varlığının anlamını nasıl bulur ki? -İnanın benim de bu …