Sarı Motosiklet
Mehmet Mücahit Yurteri
Selçuk içinde uçan kelebeklerin sesini net olarak duyuyor, hırıltılı çıkan nefesi, titreyen elleri ile çok heyecanlı olduğunu istese de saklayamıyordu… Bu heyecanı çocukluk arkadaşı Fikret’i tekrar göreceği içindi… Ne de olsa Fikret gidip gelmişti… Görmeliydi… Nasıldı acaba?.. Böyle bir şey yaşamak kolay mıydı?.. Yoksa çok mu zordu?.. Selçuk nasılsa gidip göreceği için merak etmesine şaşırmıştı. “Görmeye gidiyorum ya…” dedi kendi kendine dedi ama hâlâ bir sürü soru kafatası boşluğundaki duvarlardan duvarlara dolaşarak kendi iradesi dışında yanıt arıyordu suallere…
Selçuk nihayet iki araç değişikliğinden sonra üzerine bir de on dakika yürüyerek arkadaşı Fikret’le buluşacağı mekâna gelmişti. Ortak arkadaşları Sedat’ın da geldiğini umarak… Sedat randevulara geç kalmasıyla ünlüdür de… Selçuk daha içeri adımını atmadan mekânın kapısı, geldiği yerin tuhaf bir buluşma adresi olduğunu gösteriyordu. Beykoz’da böyle bir yere ilk defa geliyordu Selçuk… Salaş lokanta mı?.. Meyhane mi?.. Mahzen mi?.. Kömürlük mü?.. Ne olduğu belli olmayan bu yerin, varlığını ne duymuş ne de görmüştü. Daha kapıdan girmeden oturulamayacak ama oturulan bir yere geldiğini anlamıştı. Tuhaflık kapıdan başlıyordu. Mekânın yer yer boyası dökülmüş siyah kapısından bir elli boyundan daha uzun insanın kafasını patlatmadan içeri girmesi çok kolay değildi. Hele içeriden çıkarken çok, çok daha zor olurdu muhtemelen. Ufak kapıda bir çivisi yerinden çıkmış kocaman bir tokmak asılıydı. Ufak kapı koca tokmak… Çok garipti… Kapının iki yanında bir insan kafası büyüklüğünde mini minnacık iki pencere daha doğrusu iki küçük delik, boyası dökük kara cüce kapıya “Bizler senden daha küçüğüz…” diye kendilerinin de varlığını belli etmeye çalışıyorlardı. Pencere vazifesini gören deliklerden dışarıya cılız, belli belirsiz süzülen ışıklar mesaj veriyordu “İçeride hayat var…” diye… Ama nasıl hayat?.. Arkadaşı Fikret olmasa böyle bir yere girmeyeceğini düşünüyordu Selçuk. “Kesin girmezdim…” dedi boyası dökük kara kapının yüzüne… Biraz şaşkınlıkla, biraz tedirginlikle siyah ufak kapıdaki koca tokmağı iki kere vurdu yuvasına. Geçenin karanlığında tahta kapıda iki metalin birbirine çarpma sesi yayıldı etrafa… İçeriden kalın ve boğuk bir ses:
“Patlama geliyorum… Bekle…” dedi kabaca. Ayağını yere sürten birisinin kapıya gittikçe yaklaştığını duyan Selçuk sabırsızlıkla bekliyordu ufak kara kapının açılmasını…
***
Ufak kara kapıyı nemrut bakışlı, iri yarı, ayağı seken, bir gözü kör adam açmıştı. Üstü tavandaki ampulden daha parlak kafasının yanlarındaki uzun saçlar at kuyruğu gibi örülmüş, sırtında sonlanıyordu… Şef mi?.. Garson mu?.. Mekân sahibi mi?.. belli olmayan adam:
“Kapıyı kapat…” komutunu verdikten sonra konuşmadan ayağını sürterek yerine, tezgâha doğru gitmişti. Selçuk adamı umursamadan Fikret’in olduğu masaya yürüyerek arkadaşına hiç ayrılmayacak gibi sarılmıştı. Çok özlediği belliydi… Fikret biraz zayıflamıştı. Yakışıklılığından bir şey kaybetmemişti ama… Mavi gözlerinin yerleştiği çukurlar biraz morarmıştı fakat önemli değildi. Eski sert bakışları biraz yumuşamıştı sanki. Bir de yanağındaki yara izi daha belirgin olmuş gibiydi. Diken gibi saçları her zamankinden daha kısaydı. Selçuk sonrasında baktığında ortak arkadaşları Sedat’ın ilk defa erken gelerek kendisinden önce masada yerini aldığını görünce şaşırmıştı… Masaları pencere denilen deliğin yanındaydı. Mekânın içi, girişteki kapı ve pencere vazifesi gören deliklerin ön gösteriminden anlaşılacağı üzere daha da inanılmazdı… İçeride dokuz adet ufak, kare şeklinde tahta masa vardı. Yer olmasına rağmen niye on değil de dokuz masa?.. Masalarda örtü yoktu… Gelişi güzel silinmiş masalarda yol yol bez izleri temizliğini tartışılır hale getiriyordu. Hele oturulan tahta sandalyelerin hepsi ayrı bir gıcırtı çıkararak sohbetlere katılmasına diyecek bir şey bulmak zordu. Selçuk kendileri hariç diğer masalarda dörder kişinin oturduğunu görmüştü. Büyük bir kareden oluşan mekân tavanın tam ortasından sarkan tek ampullü lamba ile aydınlatılmaya çalışılmıştı. Lamba cılız sarı ışığı ile ortamı aydınlatmaya çalışıyor ancak yetmeyen gücüyle yarı karanlık bir ortam oluşturuyordu. Selçuk arkadaşı Fikret’e:
“Yaaa kardeşim, nereden buldun burayı?.. Nasıl bir yer burası?.. Kalkın başka bir yere gidelim…” diye söylenerek kızgınlığını belli ediyordu. Fikret:
“Öyle deme… Burası özel bir yerdir. Herkesi kabul etmezler. Hele mezelerini hiç bir yerde yiyemezsin. Hem burayı herkes bilmez. Bilenler de gelmek için bir ay, iki ay bekleyebilirler… Benim babam Dada’nın eski arkadaşı olduğu için bize bu masa ayrıldı. Yoksa çok beklerdik…”
“Dada mı?.. Şu meymenetsiz garson mu?.. Ne olduğu belli olmayan adamın ismi Dada mı?.. Bu ne biçim isim?.. Gerçi bu kadar tuhaflığın yanında garsonunun adını da fazla yadırgamamak lâzım..” diyen Selçuk, Fikret’e kızmaya devam ediyordu.
“Selçuk’cuğum, Dada bu mekânın sahibi, garsonu, aşçısı, her şeyi… Bakma Dada öyle görünür ama iyi adamdır… Her neyse hadi bakalım, hoş geldiniz…” diyen Fikret’in kadeh kaldırmasına Selçuk ve Sedat birlikte eşlik ederek geceye başlamışlardı.
***
Gece üç arkadaşın neşeli sohbetleri ile devam ediyordu. Diğer masalardan hiç ses gelmiyordu. Oysa herkes yiyip içiyor, gülüp sohbet ediyordu. Ama ses olmaksızın… Konuşuluyor, gülünüyor, kızılıyor fakat en ufak çıt duyulmuyordu. Ama kendi masaları öyle değildi… Artık Selçuk hiç bir şeye şaşırmıyor, mekânda olanlar hiç kimse tarafından yadırganmıyordu. Her şey normal karşılanıyordu. Bu yer öyle bir yerdi işte… Sedat masadaki arkadaşlarına sus işareti yaparak:.
“Selçuk, Fikret, siz birbirinizin aynısı; ikiz gibi olduğunuzu biliyor musunuz?..” diye sormasına Selçuk ve Fikret yanıt vermeyerek sadece gülümsemişlerdi. Selçuk, nihayet o duruma ait o ilk suali ve arkasından peş peşe namludan çıkan mermi gibi soruları Fikret’e yöneltmişti:
“Fikret, gidip geldin… Nasıldı?.. Hadi gittin, nasıl geldin?.. Gidenin geri gelmesi kolay mı?.. Yoksa gidemeden geri mi döndün?.. Sedat’ı bilmem ama ben çok merak ediyorum, anlatır mısın?.. Yoksa anlatmana engel bir durum var mı?..”
Bu kadar çok soru demetine şaşırmayan Fikret yanıt vermeye başlamıştı:
“Evet, anlatmak kolay değil… Tabii anlatmak yerine başka bir yol var… Okumak…”
Selçuk ve Sedat şaşkınlıkla bakıyorlardı Fikret’e… Selçuk:
“Okumak mı?.. Neyi?..”
“Kara büyük kitabı… Okumak lâzım… Ben anlatamam, hem anlatsam da anlayamazsınız. En iyisi okumak… Okursan anlarsın…”
Selçuk da Sedat da hiç bir şey anlamamışlardı. Sedat zaten sohbete de katılmıyor sadece dinliyordu. Sevgiyle arkadaşlarına bakıyor, her söyleneni onaylıyordu. Selçuk yine sorusunu tekrarladı:
“Fikret ne diyorsun oğlum?.. Hangi kitabı okuyacağız?.. Gitmekle, gelmekle kitabın ne ilgisi var?.. Hem bu kitap nerede satılıyor?..”
“Bu kitap, kara büyük kitap, kuralları anlatıyor… Okumak lâzım… Haaa bu kitap satılmıyor. Bulamazsın. Sadece gitmek isteyenlere veriliyor. Amaaa gidersen dönememe ihtimalin var. Benim gibi başarıp dönen çok az… Kitabı bana da başkası verdi…”
“Sen de bana versen…”
“Veririm, veririm fakat bunun da kuralı var…”
“Nedir kural?..”
“Kural, dedim ya gitmeyi istemekle başlıyor..” Selçuk’un istekli olduğunu gören Fikret:
“Tamam… Tamam… Kitabı sana vereceğim…” dedi…
Gece sona doğru ilerliyor, dumanlı kafalar gövdelerin üzerinde durmakta zorlanıyordu…
***
Selçuk evinde, pencere kenarındaki masada oturuyordu. Merak, heyecan ve tedirgin bir ruh hâli ile masanın üzerinde duran kitaba bakıyordu. Kara büyük kitaba… Kitabın kabında isim olarak alta alta yazılmış beyaz harflerden oluşan dört kelime vardı… Kara kitap beyaz harfler… Genç adam yüksek sesle kelimeleri tek tek okumaya başladı. “Açmalısın, okumalısın, anlamalısın, yapmalısın…” Selçuk, ilk komutu yerine getirmek üzere titreyen elleri ile kitabı açmaya başlamış, okumakla okumamak arasında tereddüt ediyordu. Okumadan önce zaman kazanmak için dışarıya çıkmak isteğine karşı koyamayan Selçuk evden ayrılmıştı, aslında okumaktan korkuyordu…
Bahçenin içinden caddeye çıkarak park halindeki sarı motosiklete binen genç adam nereye gideceğini bilmeden uçarcasına sürüyordu aracı. Motosiklet emsalsizdi. Gövdesi göz alıcı sarı renkten oluşmuştu. Diğer aksam gözün bakamayacağı parlaklığa sahip metalden yapılmıştı. Kalın tekerlekler siyahtan da siyahtı… Selçuk’un gözü hiç bir şey görmüyordu önünde uzanan pürüzsüz, dümdüz asfalttan başka… Tekerleklerin asfalta sürtme sesi ve rüzgâr birleşerek güzel ve özel şarkılar söylüyordu Selçuk’a… Yol bitmeyen ufuk çizgisine doğru uzanıyor varmak istiyordu hiç ulaşamayacağını bile bile… Uzun zaman motosikleti süren Selçuk yorulmuştu. Dinlenmek ihtiyacı duyarak yolun sağındaki yeşillikler içindeki bankın önünde durmuştu. Genç adam banka oturarak ayaklarını uzatmış güneşten kamaşan gözlerini kapatarak dinlenmeye başlamıştı. Uyuyor muydu?.. İçi mi geçmişti?.. Anlayamamıştı… Bir ses duyarak tek gözünü açmış öbür gözünden yardım isteyerek görmeye çalışıyordu.
“Beyefendi size sesleniyoruz… Bu motosiklet sizin mi?..”
“Hangi motosiklet?..”
“Şu caddedeki sarı motosiklet…”
“Evet, evet benim…”
“Sürücü belgeniz ve ruhsatınız lütfen…”
“Benim sürücü belgem, ruhsatım yok ki…”
“Kimliğinizi verin o zaman…”
Kimliğini polislere veren Selçuk şaşkın gözlerle yüzleri belli olmayan polislere bakıyordu. Hüviyeti inceleyen kısa şişman polis diğer kalıplı polise uzatarak:
“Bırak gitsin, oraya giden adam bu…” diyerek Selçuk’a ifadesiz bir yüzle bakıyordu.. İri yarı kalıplı polis:
“Buyurun beyefendi gidebilirsiniz…” dedi…
***
Genç adam ne kadar zamandır yolda gittiğinin farkına aydınlıklar içinde bir kente gelince anlamıştı… İsmini bile bilmediği kentte bir grup insan karşılamıştı kendisini…
“Hoş geldin!.. Hoş geldin!..” diyerek yol gösteriyorlardı gülerek ama sessizce… Burada insanlar beyinleriyle konuşuyorlardı. Selçuk bunun yeni bir iletişim yolu olduğunu düşünüyor hiç yadırgamıyordu…
Her yer o kadar güzeldi ki… Yeşilin bütün tonlarından oluşmuş ağaçlar, bitkiler, birbirlerinden renkli çiçekler… Gürül gürül akan soğuk akarsular… Rengarenk evler… Çok güzel bir kentti… Çok hoştu her şey… Bu kentte yaşayan herkes genç, yirmi beş, otuz yaşlarındaydı. Şehirde çocuklar, yaşlılar ve hayvanlar hiç yoktu. İlginçti… İnsandan başka tek canlı havada uçarak maviden de mavi göğü renklendiren kuşlardı. Heyecan vericiydi… Kent sakinleri genç adamı hiç içmediği soğuk içecekler, hiç yemediği yemeklerle ağırladıktan sonra ayrılmak istememesine rağmen:
“Vaktin doldu genç adam… Gitmelisin…” diyerek kent çıkışından uğurlamışlardı.
Selçuk, yine sarı motosikleti ile uçarak gidiyordu. Uzun bir zaman sonra yarı karanlık bir şehre ulaşmıştı. Yine ismini bilmediği bir kente gelmişti. Bu sefer kendini karşılayan kimse olmamıştı. Kent diğer geldiği yere göre kötüydü. İnsanlar ciddi yüz ifadeleri ile ortalıkta dolaşıyorlardı. Genç adam ihtiyaçları için istekte bulunduğunda kabaca:
“Kendin karşıla!.. Kendin karşıla!..” diyorlardı bağırarak.
Çeşmelerden akan kirli sıcak sulardan içen Selçuk susuzluğunu giderememişti. Dükkânlardan temin ettiği yiyecekler, yenilir, yutulur gibi değildi. Bu şehirde de çocuklar yoktu. Her yaştan yetişkinler vardı. Herkes ne mutlu ne de mutsuzdu. Ama insanların sıkıntıda olduğu çok açıktı… Şehirde insanlar birbirleriyle kabaca konuşup anlaşıyorlardı. Bağırma seslerinden konuşulanları anlamak zordu. Hiç bir şey kendi asıl renginde değildi. Gökyüzü, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar ve de insanlar… Her şey solgun bir renkten oluşmuştu. İnsanlar ise ölü bedenler gibi asıl renklerini kaybetmişler, beyazın tüm tonlarını almışlardı. Selçuk, “Ya burada devamlı kalırsam…” diye endişelenmişti. Şehir çıkışına giden genç adam kendisini engelleyen kimse olmamasını fırsat görerek motosikletiyle uçarcasına, arkasına bakmadan yola koyulmuştu yeniden…
Selçuk uzunca bir zaman sonra yeni bir şehre daha ulaşmıştı. Bu kent diğer iki kentten de farklıydı. Şehir karanlıklar içindeydi. Evler, ağaçlar, sular, hayvanlar, kuşlar her şey karaydı zifir gibi… Tabii ki kentin insanları da… Bu kentte kimse kimseye bakmıyordu. Yaşlı, genç kara insanlar kara sokaklarda dolaşıyorlardı amaçsızca… Kara gökyüzü, kara ağaçlar, kara bitkiler, kara sular Selçuk’u çok korkutmuştu. Kara şehir ona göre değildi. Karanlıklardan, kara pelerinli, kara şapkalı, kara sakallı adam Selçuk’un önünü keserek:
“ Artık bu son yer genç adam… Yolun sonu… Ulaşmaya çalıştığın ufuk çizgisinin sonu… Senin yerin burası… Buradan çıkış olmadığını bilmelisin. Bu yüzden hiç çabalama…” diyerek karanlığın içinde yok olmuştu.
Selçuk dehşete kapılmıştı… Burada kalamazdı. Yenilemeyen yiyecekler, içilemeyen içecekler olan bir yerde nasıl yaşayabilirdi ki?.. Sonsuz karanlığın içinde yaşamak ölmek demekti. Zaten kentteki insanların canlı olduğunu söylemek bile zordu. Genç adam motosikletiyle oraya, buraya gidiyor, çıkış yolu bulamıyordu. Yanına yaklaşan kısa, şişman, kara sakallı, saçı olmayan kara adam:
“Karşı kara dağa bak!..” diyerek hızla uzaklaşmıştı. Dağa, kara dağa bakan Selçuk, dağdan kara gökyüzünü de aydınlatan, parlayan, mavi beyaz bir ışığın belirmesini görmesiyle, sarı motosikletine binip, tekerlekleri havada son sürat o istikamete doğru uçtu… Geri dönmeye niyeti yoktu…
***
Selçuk yine evindeki pencere kenarındaki masada oturuyordu. Kitabı kapatmış, kitap masada ters duruyordu. Belli ki okumuştu. Birden kapının zili uzun uzun çalmaya başladı sessizliğe son vermek istercesine… Telaşla kapıyı açan Selçuk arkadaşı Sedat’ı görünce sevindi.
“Selam kardeşim, ne o uykudan mı uyandırdım?.. Arkadaşlarla kafede buluşacağız, sen de gelmek ister misin?..”
“Gelirim kardeşim, içim geçmiş, pencere kenarında sızıp kalmışım biraz… Tamam gel içeri, sen otur, hazırlanayım çıkarız…”
Sedat içeri girerek oturmuştu. Masanın üstünde arkadaşının yanından hiç ayırmadığı kara kaplı küçük kitap ters şekilde duruyordu. Bir an için açıp bakmayı aklından geçiren Sedat, hemen vazgeçti. Arkadaşının bu kitabı kimseyle paylaşmadığını hatırladı.
“Ben hazırım Sedat, gidelim…” sesiyle irkilen Sedat kapıya doğru yönelmişti.
İki arkadaş birlikte kafeye doğru yürümeye başlamışlardı. Sedat neşeyle bir şeyler anlatıyordu durmadan. Ancak Selçuk hâlâ yaşadıklarının etkisi altındaydı. Arkadaşını dinlemiyordu bile… “Tüm bu olanlar gerçek miydi?..” diye kendini kafasının içinde sorguluyordu. Ama akabinde “Yok canım… Böyle gerçek mi olur?..” diye de karşı çıkıyordu. Aslında düşle gerçeği ayırt edemiyordu… Bu durumda doğruyu bulması zor olacağa benziyordu… Birden kendilerine seslenen kişiye doğru dönüp bakmıştı iki dost:
Heeey!.. Heeey!.. Bensiz nereye gidiyorsunuz?.. Bekleyin!.. Ben de geliyorum…” diye seslenen Fikret’i beklemeye başlamışlardı kayıtsızca…
Bakırköy, Haziran 2020