Rüzgârlı Bahçe’nin Gölgesi
Mehmet Mücahit Yurteri
Gültepe, zamanın yorgun ayak izlerini taşıyan bir mahalleydi… Taş duvarları nem kokan eski binaları, birbirine sıkı sıkıya bağlı insanlarıyla bir dünyaydı burası… Gün batarken pencerelerde yanan sarı ışıklar, evlerin içinden taşan söyleşiler, şehir gürültüsüne meydan okuyan çocuk çığlıkları… Pencereden pencereye sohbet eden kadın ve kızlar, toz toprak içinde top oynayan çocuklarına bağıran analar…Ve bu mahallenin yüreğinde, belki de en derininde, bir adam vardı: Tahsin… Tahsin Yalın…
Tahsin, mahalledeki tek yüksek eğitim görmüş adamdı… Uzun boylu, yapılı, güçlü bir duruşu vardı… Yeşil gözleri, derin bir kederin ve suskun bir bilginin izlerini taşıyordu… Saçları kısa, kaşları sert ve dudaklarının kenarında çoğu zaman ufacık bir tebessüm barınıyordu… Yediden yetmişe herkes severdi onu; mahalledeki genç kızlar ise ona aşıktı… Ama Tahsin, yalnızca birine gönül vermişti: Hülya’ya… Güzel Hülya’ya…
Hülya, narin omuzları, gecenin derinliğini andıran simsiyah saçları ve ışıldayan ela gözleriyle fark edilen bir kadındı… Konuşkan değildi, hatta zaman zaman sanki dünyanın dışında yaşayan biri gibi suskun kalırdı… Ama gözleri, gözleri Tahsin’e değdiğinde bir başka parıldıyordu… O da onu seviyordu ama adını koymadıkları, yürekten yüreğe geçen bir aşk yaşıyorlardı…
Tahsin’in mahallede sıkça vakit geçirdiği bir yer vardı: Rüzgârlı Bahçe Kahvehanesi… Mahallenin sonunda, tepenin doruğunda kurulu bu kahvehane, şehrin gri kaosu ile bu eski mahallenin huzurlu sıcaklığı arasında bir sığınak gibiydi… Taş döşemeli avlusunda, zamanın yıprattığı masalar ve sandalyeler vardı… Pencerelerinden şehir manzarası seyredilir, rüzgâr içeri sızarak insanın yüzünü okşardı… O köhne ahşap duvarlar, yılların yükünü taşıyan sessiz şahitlerdi… Kahvenin müdavimleri genellikle mahallenin yaşlıları, bazen de biraz nefeslenmek isteyen esnaftan oluşurdu… Ancak kadın, erkek, sevgililer, herkes kahvehaneye gelebilirdi… Herkesi kucaklayan bir mekândı burası… Rüzgârlı Bahçe öyle nam salmıştı ki çevrede… Buraya çay içerek, çevreyi yüksekten izlemek ve huzur bulmak için gelenler çoktu… Gültepe’nin kafesiydi Rüzgârlı Bahçe…
Tahsin, sadece mahallede sevilen biri değil, aynı zamanda mahallenin iyilik meleğiydi… Fakir ailelere yardım eder, kimse bilmeden evlerine erzak bırakırdı… Hastaları tedavi ettirir, ilaçlarını karşılar, mahalle çocuklarıyla top oynar, onlara oyuncak ve kitaplar alırdı… Güçsüzlerin yanında durur, haksızlık karşısında sessiz kalmazdı… Bu yüzden mahallede ona herkes saygıyla bakardı… Ama kimse onun nereden geldiğini, nasıl bu kadar cömert olduğunu bilmezdi… Hoşuna gitmeyen durumlarda ya da herhangi iki kişi arasındaki tartışmalarda bağırarak, kaba kuvvet göstererek çözüm bulmak yerine, tatlı tatlı, ikna yoluyla problemleri çözme yoluna giderdi her zaman… Öyle ki tartışan kişilerler Tahsin’i uzaktan bile görseler, tartışmaya son verirlerdi…
Ancak, Tahsin’in bazen ortadan kaybolma huyu vardı… Bazen bir gün, iki gün, bazen de bir hafta, iki hafta yok olurdu… Nerede olduğuna dair sorular hep havada kalır, o da kimseye hesap vermezdi… Kimse ona “Neredeydin?” diye soramazdı, çünkü onun sessizliği her şeye cevap olurdu… Ama bu yok oluşlar herkesin zihninde bir meraklar demeti oluştur fakat kimse birbirine bu konuda tek bir laf etmezdi… İnsanlar kendi kafalarında ayrı ayrı hikâyeler uydururdu… Ama Tahsin, herkesin gönlünde taht kurmuştu… O; mahallenin sevilen ağabeyi, korucu meleği, yardımsever bir insanıydı…
Mahallede Tahsin’i yakından tanıyan birkaç kişi daha vardı… Kahvehanenin sahibi Cemil Usta, Tahsin’e her zaman özel bir yakınlık gösterirdi… Gençliğinde hapisten çıkmış, eski hatalarını geride bırakmaya çalışan bir adamdı… Onun gözünde Tahsin, sessiz ama adil biriydi… Bir de mahallenin serseri ruhu olan Fikret vardı… Fikret, ufak tefek suçlar işleyen, şehirde, çarşılarda hırsızlık yaptığı söylenen biriydi… Ama Tahsin ona hep kol kanat gererdi… Fikret, içten içe ona hayrandı ve onunla ilgili bir sırrın olduğunu düşünüyordu… Tahsin de Fikret’i severdi mahallelinin aksine… Elbette biliyordu Fikret’in yaptıklarını… Ama bir zaafı vardı Fikret’e karşı… Onu düşkün mü buluyordu?.. Yoksa kendi mahallesine karşı hiç bir yanlışı olmadığı için mi seviyordu?.. Bilinmez… O Tahsin’in zihninin derinliklerinde saklıydı…
Bir akşam vakti, Tahsin kahvehanede oturmuş çayını yudumlarken Cemil Usta yanına yaklaştı:
“Dün yine ortada yoktun Tahsin…” dedi… Sesinde hem merak hem de kaygı vardı…
Tahsin, ince belli bardaktaki çaya uzun uzun baktı… Birkaç saniye süren sessizlik içinde rüzgâr, kahvehanenin eski pencerelerini tıngırdattı…. Sonunda hafifçe gülümsedi…
“Bazen insan kaybolmayı öğrenmeli Cemil Usta… Bazı geceler sokaklardaki fısıltıları dinlemeli…” Cemil Usta başını salladı… Onun suskunluklarının ardında başka hikâyeler olduğunu biliyordu ama üzerine gitmedi…
O sırada Fikret masasına yaklaştı Tahsin’in… Mahallelinin sevmediği Tahsin’in sevdiği… Fikret Tahsin’in gözlerinin içine bakarak konuştu:
“Bana anlatmayacak mısın dostum?.. Mahallede senin kadar sırları olan başka birini tanımıyorum…” dedi…
Tahsin, gözlerini hafifçe kısmış, düşünceli bir ifadeyle Fikret’e baktı…
“Herkesin hikâyesi vardır, Fikret… Ama bazı hikâyeler anlatılmak için değil, yaşanmak içindir…”
Fikret, derin bir nefes alarak yanına oturdu… Gözleri Tahsin’in gözlerine kilitlendi…
“Yine birilerinin cezasını mı kestin?..” diye sordu…
Tahsin yanıt vermedi… Bunun yerine, sessizce çayından bir yudum aldı… Bu sessizlik, Fikret’in içini ürperten bir kesinlik taşıyordu… Bu arada Hülya Rüzgârlı Bahçe’ye gelmişti…
Hülya da kahvehaneye girmişti… Uzak bir masada oturmuş, Tahsin’e bakıyordu… Aralarında geçen tüm o suskun konuşmaların, bakışların, kimsenin bilmediği anların ağırlığı omuzlarına çökmüştü… O an, ilk gençlik yıllarında yaşadıkları bir sahne gözlerinde canlandı…
Yıllar önceydi… Hülya ve Tahsin, mahalledeki büyük ceviz ağacının altında oturuyordu… Tahsin, cebinden eski bir madeni para çıkarmış, Hülya’ya uzatmıştı…
“Bu paranın iki yüzü var…” demişti… Ve:
“Biri aydınlık, biri karanlık… İnsanlar hep aydınlık yüzünü görmek ister… Ama gerçekte, her yüzün bir karanlığı vardır…” diye devam etmişti…
Hülya, parayı alıp avucunda sıktı:
“Senin karanlık yüzün ne, Tahsin?..” diye sormuştu…
Tahsin gülümsemişti ama bu gülümseme gözlerine yansımamıştı… Sadece:
“Gün gelir, öğrenirsin…” diye yanıtlamıştı soruyu…
Hülya, gözlerini kapattı… O günün yankısı, kalbinin derinliklerinde tekrar etti… O gerçekten kimdi?..
O gün, o temmuz ayının sıcak akşam vakti mahalleye polisler geldi… Sirenlerin yankısı, Gültepe’nin sokaklarında ürkütücü bir sessizlik yarattı… Karşıdaki apartmanlardan insanlar pencerelere üşüştü… Esnaf sokağa döküldü… Kadınlar kapılarının önüne çıktı… Çocuklar maçlarını yarım bıraktılar… Mahallenin kalabalığına, meraklı gözlere aldırmadan, Rüzgârlı Bahçe’nin kapısına sert adımlarla polisler dayandı…
“Tahsin Yalın!.. Teslim ol!..” komutu tepeden mahalleye doğru yayıldı…
Herkes nefesini tuttu… O an zaman durdu… Hareketli, cıvıl cıvıl mahalleden çıt çıkmıyordu… Tahsin derin bir nefes aldı… Çayını usulca masaya koydu ve arkasına yaslandı… Son bir kez Hülya’nın gözlerine baktı… Sessiz bir vedaydı bu… Cemil Usta, Fikret şaşkın şaşkın bakıyorlardı Tahsin’e… Tahsin, yavaşça ayağa kalktı ve hiçbir şey söylemeden polislere doğru ilerledi…
Ertesi sabah bütün gazeteler, televizyonlar aynı şeyi haykırıyordu:
“Seri Katil Mahalleden Çıktı!..”
Haberlerde Tahsin’in yalnızca cinayet işlemiş, bir şekilde adaletten yakayı sıyırmış, kötü kadınları, kötü adamları öldürdüğünü yazıyordu… Bir tür kendince cezalandırma… Adalet peşine düşmüş bir canavar gibi gösteriliyordu Tahsin… Herkes, Tahsin’i tanıyanlar:
“Yok canım, olamaz, bir yanlışlık vardır…” diyorlardı…
Ancak ortada deliller vardı: Cesetler, güvenlik kameraları, DNA izleri… Kaçacak bir yeri yoktu…
Ama mahalleli inanmadı… Onların bildiği Tahsin, bir katil değildi, olamazdı da… O, mahallelinin kötülüğe karşı koruyucu meleğiydi…
Hülya, odasının penceresinden dışarıyı izliyordu… Gazete sayfalarının arasından bir haber kupürü yere süzüldü… Yüzünde kimsenin çözemediği bir ifade vardı… Belki de bir şeyi biliyor, ama kimseyle paylaşmak istemiyordu… Belki de o da herkes gibi bir gerçeğin arayışındaydı…
O sırada Cemil Usta kahvehanede, ellerini masaya koymuş, derin derin düşünüyordu… Fikret ise bir köşede sessizce oturuyor, gözleri yerde, aklında dolaşan düşüncelerle boğuşuyordu… Tahsin gerçekten bir katil miydi, yoksa daha büyük bir gerçeğin parçası mıydı?..
Ancak akşam haberlerinde şok edici bir gelişme daha yaşandı… Televizyon ekranında bir malikanenin görüntüsü belirdi… Yalı büyüleyici bir ihtişama sahipti… Haber spikeri, Tahsin Yalın’ın aslında şehrin en zenginlerinden biri olduğunu açıklıyordu… Mal varlığı, şirketleri, serveti konuşuluyordu… Mahallede mütevazı bir yaşam süren adam, aslında büyük bir servetin sahibiydi… İnsanlar şaşkına döndü… O, paraya ihtiyacı olmayan biriydi… Yardım severdi… Her zaman güçsüzün yanında olandı… O halde tüm bunları neden yapmıştı?.. Ya da biri veya birileri onu tuzağa mı düşürmüştü?.. Birileri intikam mı alıyordu?.. Bilmek zordu… Mahallelinin de kafası karışmıştı… Peki, Tahsin gerçekten katil miydi?.. Yoksa gönlü bol, yardım sever, düşkünün yanında olan bir kahraman mıydı?.. Ama gerçeği bilen tek kişi artık zindandaydı…
Hülya, Rüzgârlı Bahçe’nin avlusunda, elinde eski bir madeni para ile duruyordu… Parmaklarının arasında parayı döndürüp duruyordu… Biri aydınlık, biri karanlık… Madeni parayı avucunun içinde sıktı ve gözlerini gökyüzüne kaldırdı… İçinde yankılanan soruya kendisi bile cevap veremedi:
“Bir adam hem adaletin koruyucusu hem de katil olabilir mi?..”
Ve rüzgâr, Gültepe’nin sokaklarında usulca esmeye devam etti…
Bakırköy, Mart 2025