Davamızı Davarlara Bırakmayacağız
( 41. sayı, Mart-nisan 2021, tarihli derginin başyazısı)
Geceler yağmur oldu, ilham olarak yağdı kalemimize. Uykularımızı yastık yaptık emellerimize. İlhamın sahibi uyumadığına göre biz de uyumadık. Hicap ettik… Gecelerine güneş doğanın, varsın sabahı olmasın. Emelleri olanlar varsın dinlenmesin. Çünkü dinlenmek eziyettir farkındalığı yüksek insanlara… Tüm evren tembellik etmeden tıkır tıkır işlerken… Ecel arabası kapıda beklerken hâlâ göç yükünü hazırlamayanlar utansın! Hak edersek şanlı ölümü, açılırsa cennet kapıları, biz o vakit gönül rahatlığıyla dinleniriz.
Batıyor zaman denizinde gemilerimiz. Daha çok yol var güneşe… Davamız karanlıkta kaldı, öksüz bir çocuk gibi ağlıyor. Kulaklar gaflet pamuğuyla tıkanmış, gözler benlik dağının ötesine geçemez olmuş. Yok mürekkebimizin suyundan içen. Tutuşmuş yağmurlar içimizde. Acıdan acıyı unutmuşuz. Öyle bir sıkmışız ki kalemi, onu da kırmışız. Mürekkepler boşa aktı. Bir de baktık ki davamız davarların elinde. Sen ağlama gökyüzü, ağladığın yeter!
Elbet bir gün güneş yağmur bulutlarını içecek. Demir yumruğunu zalimlerin üzerine indirecek. Davamızın da yüzü gülecek, dalga dalga evrene yayılacak tebessümünün köpükleri… Kalemlerimiz dünyayı taşıyan kolonlar olacak. Emeklerimiz bizi kucaklayacak. Dualarımız kabul olacak. İşte, o zaman yeniden yazılacak insanlığın kaderi !.. Masmavi bir gökyüzü bize bakacak. Oradan çekeceğiz mürekkebi …
Kalem yazmasaydı kaderimizi okuyamazdık. Söz olmasaydı ruhlarımız birleşmezdi. Hep yazdık, kaderden arta kalan mürekkeple, ona tabi olarak. Evren o kadar büyük ki onun dışına çıkmak ne mümkün. Haddimizi bildik de kendimizi bilemedik. Hicabımızdan gül açtı yanaklarımız. Tevazudan eridi benliğimiz. Yokluğumuz tevazudandır. Bu öyle bir yokluk ki ancak hakikaten var olunduğunda anlaşılır. Perdeler açıldığında kim var, kim yok, ortaya çıkar. Kandırmasın insanı aynadaki sureti. Eşyadaki yansıması…
Amacımız edebiyat güllerini dağıtmaktı varlığa. Fakat güle ulaşınca gül kokusu mest etti bizi. Bu sarhoşlukla unuttuk davamızı. Yani hakikati anlayanlar yandı, kül oldu, mahvoldu, ondan geriye hiçbir varlık kalmadı. Sözde hakikat arayıcıları her yerde, çünkü erimeyen benlikleri tüm evreni kaplıyor. Put yıkar gibi yıkacağız onların benliklerini çünkü “yok” oldukça “var” olacağız. Yokluk sonunda var edecek bizi…
Her bir sayıda marifet kapılarını açıyoruz, yağma olsun söz mücevherlerimiz. Her bir sayımız söz elbisesini bayramlığını giymiş çocuklar gibi taşıyor. Belki de ellerimiz boş dönüyoruz kapılardan, belki de boş olan ellerimiz daha iyi kavrıyor hayatı. Fazilet sahipleri mahrumdur. O vakit, büyük kapıdan bir el uzanır, okşar başımızı. İşte, kalemimizin mürekkep rengi ağlaması bu yüzdendir. Bu yüzdendir kalbimizdeki gülümseyen huzur.
Kalemimizle iyilik/güzellik atını koşturduk. Cehalete karşı cenge çıktık. Bu yolda menzil ufukta gülümsedi. Yolumuza riyakarlık dağından pusu kurmuşlar. Davamız menzile varmak değil, yolda ölmek. Yol olmak değil, yolcu olmak. Varsın pusu kursunlar. Çünkü kötülük yapanlar tıpkı akrepler gibidir, onların pek azı geri dönebilir yuvasına. Onların taştan, çürümüş bedenden ne farkı vardır? Diri sözlerimiz ölmeyecek, yine buradan dirilecek insanlık. Her çiçek gül kokusu vermez. Her ağaç meyve vermez. Her yol, yolcunun dostu değildir. Kötülüğün kalemini kırdık, yaşasın davamız! Öyle bir mürekkep aktı ki bu kalemden, denizler dalga dalga geldiler üzerimize. Gökyüzünde uçan dalgadan korkar mı? Hazreti Nuh gibi kaptan olduktan sonra kim korkar tufandan?
Sözün özü maddi- manevi savaşarak geldik kırk binci sayıya. Sırtımıza yükler de aldık, belki eşekliğimizden belki de hicap elbisesi olarak giydik yüklerimizi, belki de sırtımız üşümesin dedik. Gün oldu ihaneti içtik, dokunmadı bize çok şükür. Gün oldu, kendisinden başkasını görmeyen, aslında kendini de görmeyen hatta hiç görmeyenleri gördük. Anlayacağınız, davamız yokluktan doğdu. Öyle gizli eller de gördük ki yaramıza merhem, kalemimize ilham oldular. Öyle anlar oldu ki bitti derken başladı. Uçurumdan da düştük, fakat dostlar bizi aşağıda kucakladırlar. Yani uçurumdan uçtuk.
Gün geldi, dağları söktük, gün geldi, otlara teslim olduk. Gün geldi, en çok sevdiğimiz öldürdü bizi. Gün geldi, düşmanımız dostumuz oldu. “Gün” geldi, “dün” gitti. Gün geldi battık; fakat daha derinlere kök salmak için battık. Güneş batsa ne olacak? Yeniden doğmayı unutmadıktan sonra. Sözlerimizi edebiyata değil, ebediyete yazdık. Kaydı sağlam olanın savunması bir o kadar kuvvetli olur. Artık kim korkar büyük mahkemeden?
Yeni Nesil Köprüsü olma yolunda hep ilerledik. Edebiyatımıza nice kitaplar, nice kalemler kazandırdık, kazandıracağız da, bütün bunları samimiyetle yaptık. Kerametimiz samimiyettir.
Nihayetinde 41. sayıya ulaştık çok şükür. “Kırk bir kere maşallah! ” diyelim. Hele hele pandemi sürecinde maddi-manevi dergi çıkarmak dağları yerinden oynatmak kadar zor. Fakat samimi okurlar, samimi yazarlar, samimi insanlar sayesinde bugünleri de aşacağız. Onlar ki kabul olan dualar gibiler, hep yanımızdalar. Davamızı davarlara bırakmayacağız. Bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan; dostlara, okurlara, kalemdaşlara, sıkıntılara, tashih olacak yazılara, her sayıda artan baskı maliyetlerine selam olsun! Burada söz Oğuz Atay’ın “Biz buradayız sevgili okur, siz neredesiniz?” Okuyun ki ruhlarımız birleşsin. Nice sayılarda buluşma umuduyla…
Şenol Tombaş
( 36. sayı, Mayıs- Haziran 2020, tarihli derginin başyazısı)
Edebimiz Edebiyatımızı Geçti
Edebiyat dünyasında her şey çok güzel. Herkes birbirini o kadar çok seviyor ki… Bu sevgi öyle büyük ki herkes kendinden geçmiş etrafındaki şairleri ve yazarları destekliyorlar. Tabii üstatlar biliyorlar edebiyat teşvik işi… Bundan ötürü genç şairleri ve yazarları sürekli övüyorlar, iltifat ediyorlar, üretme cesareti veriyorlar. “Her yerde bizim boy göstermemize gerek yok artık yüzümüzü eskitmeyelim, buyurun sahneye,” diyorlar. Üstattalar bu kadar zarifler… Tabii gençler de “Estağfurullah efendim,” diyerek mahcup bir edayla sahneye çıkıyorlar. Böyle şeylerden çok hicap ediyorlar çünkü çok kadir kıymet bilirler kendileri… Edebiyatımızdaki kuşak çatışmaları da böylelikle tarihe karışmış oluyor.
Öyle bir kabul kültürümüz var ki kimse kimsenin farklı düşünmesinden rahatsız olmuyor. Üstelik bunu bir çatışma unsuru değil, fikirsel zenginlik olarak görüyorlar. Soldan, sağdan, yandan, ortadan gidenler belli yazarları kutsallaştırmayı bırakıp yeni şeyler söylemeye bile başladılar. Hatta Necip Fazıl ve Nazım Hikmet: “Bırakın bize yalakalık yapmayı, kendiniz olun, kendi sesinizi bulun, yeni şeyler söyleyin,” diye mezarlarından bağırdıkları söyleniyor. Edebiyat dünyasının kulakları çok keskin her şeyi duyuyorlar. Mesela: Halkın, erdemin, adaletin, kul hakkının sesini bile duyuyorlar. Hem her şeyi duyuyorlar hem de duyarlılar. Bu sığ bir kapı arkası dinleme değil, ötelerin bile sesini duymaktır…
Aydın yazarlarımız halkına yabancı değil artık. Büyük bir törenle Türk vatandaşlığına geçtiler. Yaşadıkları medeniyet ve kültür travmalarına son verdikleri için yüksek bir motivasyon yaşıyorlar. Böylelikle yabancılara da yabancı olduklarını anladılar. Nihayetinde bu durumu yabancılaşma akımı olarak tanımladılar. Fakat tartışmalar uzun süreceğe benziyor…
Kitaplar dehşet satıyor. Her evde bir kütüphane, okuyandan geçilmiyor. Herkes cep telefonlarını atmış, elinde kitapla geziyor. Okumayana ne kız ne de iş veriyorlar. Memlekette herkes okuyor; hatta bebekler bile okur-yazar doğuyor. Kitapçılardaki ön raflarda belli yazarların kitapları değil iyi yazan herkesin kitabı var. Böylelikle insanlarda estetik algı o kadar gelişti ki söze hacet olmadan güzellikte anlaşıyorlar. Memleket, ruhu ince insanlarla doldu. Her gün, papatyadan daha güzel insanlara gülümsüyor. Güzel ahlakımız tüm dünyaya örnek oluyor.
Bazı yazar adayları kâğıt israfı olmaması için eserleri belli estetik kaliteye ulaşıncaya kadar kitaplarını basmıyorlar. Bilhassa yayınevleri yeni yazarların ilk kitaplarını çok önemsiyor ve basmak için elinden geleni yapıyorlar. Üstelik bu konuda sıraya girmiş durumdalar.
Edebiyat mekanları herkese açık. Bu mekanları kimse babasının çiftliği gibi kullanmıyor. Ünlü-ünsüz bakılmadan yazarlara -tabii ürettiklerinde nitelik önemli- her yerde destek çıkılıyorlar. Artık yazarlar ölmeden eserlerinin mürüvvetini görüyorlar. Kendini ispatlamış yazarlar, ölmeden de kıymetleri anlaşılıyor. Herkes onlara çok değer veriyor. İmza günlerinde fuarlar yıkılıyor…
Her yazı yazanın “yazar” olmadığı anlaşılıyor ve bunun bir süreç meselesi olduğu edebiyat dünyasınca kabul görüyor. Sonunda emeğe saygı duyuluyor. Böylelikle sokak kedisiyle ciğercinin kedisi eşit koşullarda mücadele edebilecek…
Dergimizde de işler çok iyi, hatta yeni baskıları yetiştiremiyoruz. Herkes dergimizi okuyor, yolda, vapurda, işte, bağımlılık yapmış valla dergimiz. Hatta bütün dergiler için durum böyle… Milyonlarca nitelikli yazı geliyor, seçmekte çok zorlanıyoruz. O kadar düzgün yazılar ki gerek biçimsel, gerekse manasal, gerek de dilbilimsel hiçbir kusur yok. Abone sayımız milyonları aşıyor, bütçemiz her geçen gün büyüyor. Artık cebimizden vermeyi bırak emeğimizi fazlasıyla karşılayacak ciddi bir para da bize kalıyor. Zaten dergiye artık emek vermeye gerek yok. Büyük insanların tabutu gibi sağ olsun herkes el atıyor. Bizim de bol bol okuyup yazmaya vaktimiz oluyor.
Edebiyat dünyasında ego savaşları bitiyor, kimse “en büyük şair-yazar benim” demiyor çünkü biliyorlar, bunu zaman ve okur yani toplum belirleyecek. Zaten ağzından böyle bir şey kaçıran da toplum tarafından kınanıyor. “Onu biz söyleriz,” diye kızıyorlar. Zaten kimse olduğundan fazla anlam yüklemiyor kendine. Öyle mütevaziler ki bu acaba kibre varan bir tevazu mu? diye aklınıza geldiği için kendinize kızıyorsunuz. Sözler Yunus, davranışlar Erol Taş ya da dıştan derviş, içten gebermiş tiplerle karşılaşmıyorsunuz artık. Yani edebiyat dünyası edepli dünyası oldu gerçekten. Görüldüğü üzere işler çok iyi edebiyat dünyasında, acaba bu kadar bahtiyarlığı edebiyat dünyası kaldırabilir mi? “Edep yahu!” diyeceğimize “Edebiyat yahu!” deseymişiz işler çoktan düzelecekmiş.
Şenol Tombaş
( 36. sayı, Mayıs- Haziran 2020, tarihli derginin başyazısı)