Üfleyenler
Etrafınıza bir bakın: Üflemeci olmuş herkes. İnsanlar tuhaf, tılsımlı kâğıtlara üflüyor. Yelken gibi şişirdikleri kâğıtları ile adeta sörf yapıyorlar. Sabahın köründe, otobüs durağında, ekmek kuyruğunda, işbaşında, öğlen arasında, çay molasında hemen her yer ve zamanda üflüyorlar. Sokakta, maçta, kahvede, otobüste, tarlada, direksiyonda… genç, ihtiyar, kadın, çocuk demeden neredeyse bebekler bile mütemadiyen üflüyor. Anlamsız, kısaltılmış kelimeler dökülüyor ağızlardan. Sonunda yüzdelik oranlarla taçlandırılan cümleler, duyanların gözlerinde umut ışığı olup parlıyor. “İşte bu!” ile “Acaba?” arasına kurulmuş sarhoş bir salıncakta sallanıyor kafalar. Girdabın ortasında define görmüş bir kaptanın kararsızlığıyla dudaklarını kemiriyorlar. İlerleyip zengin mi olsun, uzaklaşıp emniyette mi kalsın bilemiyorlar. Tam da hayatlarının fırsatını bulmuşken girdaba kapılıp büsbütün kaybolup gitmekten korkuyorlar.
Mide krampları eşliğinde yaptıkları bir beyin fırtınasının ardından aklın dizginlerini talihin ellerine bırakıyorlar. Parmaklar hızla akıllı telefonların ekranını dövmeye başlıyor. Üzerine gereğinden fazla umut yüklenmiş talimatlar, dokunaklı ekrana aktarılana kadar dışarıyla oldukça sınırlı bir iletişim sürecine giriliyor. Küçükten küçük, büyükten büyük gider… azdan az, çoktan çok. Ancak burada durum biraz farklı; gideceğe değil geleceğe bakılıyor. Herkes yükseliş umuduna ya da umudun yükselişine bırakmış hayallerini. Kazanmak istiyorlar… hesapsız kazanmak… kitapsız kazanmak… çok kazanmak… daha çok… en çok…
Kim ister ki kaybetmeyi? Kim ister ki azalmayı? Kim ister ki mahrum kalmayı? Kimse de istemiyor zaten. Kapitalist fikirlere karşı olanlar bile kendilerini kâğıtların cazibesine kaptırmış gidiyorlar. Kâğıt denilen şeyin aslında kâğıt olmadığını bilmiyorlar. Bunlar hasis, sinsi, merhametsiz birer kanca… şeytanın kancaları. Bildiğiniz kancalar gibi yukarı da çekmiyor üstelik. Aksine tuttuğunu derinlere çekiyor. İnsanlar da tıpkı balık gibi takılıyor bu kancalara. Takıldıktan epey sonra anlıyorlar; kancanın aslında kâğıttan olmadığını. Ancak çoğu zaman iş işten geçmiş oluyor.
Umutlarını değersiz bir çaputa yükleyip adak ağaçlarına bağlayanlar vardı ya hani; işte onların nesli tükenmemiş maalesef. Hani dikenli bir alıç ağacına üç beş çaput bağlayan, olmadı filanca türbede yatan acize yalvarıp bilmem hangi medyumun dizinin dibinde yardım dilenenlerden bahsediyorum. İşte onların yeni nesilleri bugün borsada. Gözleri bağlı dilek diliyor, gözü açık elde edemediğini gözü kapalı yakalamaya çalışıyorlar. Eskilerin çaputa yüklediği umutları, şimdikiler borsa havuzuna yatırıyor.
“Acaba ne kadar kazandıracak?”
“Düşer mi, çıkar mı?”
“Ah! Bir tüyo alsak da “Yürü ya kulum!” ilahi hitabına mazhar olsak?”
“Halka açılıyormuş. Var ya! Bir ayda kesin yüzde yüz…”
Vay be! Neymiş: Yüzde yüz! Yüz de yüz; bir umut havuzu borsa, yüz de yüz. “Yer yok” deme. Sen de atla bu umut havuzuna, sen de yüz. Paran ikiye katlansın. Taş atıp da kolunu yoracak değilsin ya. Alın teri olmasa da ecel teri dökersin. Emeksiz ekmek var mı? Sorsak kendilerine:
“Bunca malı nereden edindin?”
Derler ki:
“Borsa, Bitcoin v.s.den kazandım… kendi aklımla… kendi öngörülerimle. Aklını kullanacaksın arkadaş bu devirde. Öyle ya! Yıllarca çalış, çalış, çalış… Nereye kadar? Bak işte, işini bilen bir yılda zengin oluyor.”
Kibrin bini bir paraya. Nasip, kısmet kavramları da evirilip çevriliyor ve bir kulp gibi takılıyor kısa günün kârına. Kanaati dillerinden düşürmeyenler bile kâğıt peşine düşmüş ki şu sıralar kendilerine ulaşılamıyor. Söyledikleri hep aynı:
“Para parayı çekiyor efendim. Ne yapalım? Çekme mi diyelim?”
“Ne? Haram mı? Kime göre, neye göre?”
“Çok değil ya, şimdi haram diyenler beş yıla kalmaz helâl der.”
“Çalışmak mı? Çalışarak kim zengin olmuş? Bak işte: Bitcoin diye bir şey ürettiler. Hiç yoktan zengin oldu adamlar. Biz yıllardır çalışıp başka şeyler üretiyoruz. Bir adım ileri gidemedik. Üstelik onlar o kadar hızlı geçtiler ki yanımızdan, biz olduğumuz yerde saymış, hatta gerilemiş olduk.”
Kazancın cazibesi gözleri kamaştırıyor, kulakları tıkıyor; idrakleri tatile çıkartıyor. Öyle ki mezhepler genişliyor. Uyaranlara, Allah ile kul arasına girilmemesi gerektiği, sıklıkla hatırlatılıyor. Madem ki dünya imtihan dünyası, madem ki her şey nasip kısmet meselesi; imtihana zengin olarak devam etmek isteyene ne denebilir ki?
Şu kazanma hırsı yok mu? Gözleri dağlayıp kör eden kazanma hırsı? Şeytan dağının alevli eteklerinde yakıyor insanın genzini ve basiretini. Gören gözleri kör ediyor. Geçici körlük mü, yoksa ruha işleyen körlük mü dersiniz? Artık orasını siz düşünün. Bedendeki körlük engel ise ruhtaki körlük tutsaklıktır; bile bile şeytanın, nefsin ve arzuların tutsağı haline gelmektir.
Herkes üflüyor. Kimi zaman kulaklara, kimi zaman kâğıtlara. Düşenden kaçarken, yükselene sarılıyorlar. Kimi bir hisse senedini sır gibi saklıyor; kimi de uluorta söyleyiveriyor. Eline üç beş kuruş para geçiren hemen herkes üflemeci oluyor; hepsinin dudaklarında anlamsız kelimeler. Anlık kâr sarhoşları köşelerinde böbürlene böbürlene anlattıkları tavan yapan hikayeleriyle diğerlerinin iştihalarını kabartıyor. En ilgisiz gözükenler bile şu üfleme kâğıtlarından bir miktar alıp çoğaltabilir miyim diye cebindeki veya hesabındaki yılların birikimini şöyle bir yoklamadan edemiyor.
Nedir bu kazanma hırsı? Rızkımız mı yetmiyor? Rızık konusunda bizi endişeye sevk eden de nedir? Bu topluma ne oluyor da her şeyiyle mal artırma derdine düşmüş? Hesaplarını şişirmeye çalışanlar görmüyorlar mı ki kendileri servetlerini artırdıkça fakirlerin sofraları küçülüyor? Karşılığı olmayan bir şeyler üretip değerini akıl almaz seviyelere çıkarmakla neyi murat ediyorlar?
***
Efendim! Geçenlerde bir mıknatıs gördüm; para mıknatısı. “O da neymiş öyle? Mümkün mü?” diye sormayın. Parayı çeken her şey bir nevi para mıknatısıdır. Parayı çekmesi için yapılır ve çeker.
Ancak, nasıl ya da ne kadar çekerse çeksin tatmin etmez, doyurmaz. Çünkü arzular sınırsız; imkânlar yetersizdir. O yüzden hep daha fazlasını ister insanoğlu. Bu da aslında ihtiyaçların çokluğundan değil şükrün ve kanaatin noksanlığındandır.
Arzu edilen her şey ihtiyaç değildir fakat ihtiyaçların karşılanması arzu edilendir. Eğer bütün arzuları ihtiyaç olarak algılanırsa insan, doyumsuz bir canavara dönüşecektir. Bu ise ne arzu edilen ne de ihtiyaç duyulan bir şeydir.
Muasır anlayışlarla donatılmış vicdanlar, para kazanma hırsını zafiyetten ziyade fazilet olarak görmektedir. Bunun sonucu olarak da; çok şükürlerin arkasında gizli gizli mal çoğaltma hesapları yapılmaktadır.
Diyelim ki kapalı kapta belirli bir miktar paramız var. Toplumun her kesimi de bu parayla geçinmekte. Değişmez kaideler gereğince zenginler aslan payını alır ve her defasında elini kaba daldırmak yerine parayı çeken yeni icatlar bulurlar; yani para mıknatısları. Gündelik zenginler, yani bu mıknatıslardan birini bir şekilde ellerine geçirenler, zenginlere akmakta olan paranın bir miktarını kendi hesaplarına çekmeye çalışır ve kısmen de olsa başarılı olurlar. Bu gündelikçiler, ara sıra da olsa sızlayan vicdanlarını, parayı zenginlerden aldıklarını söyleyerek kandırırlar ve sustururlar.
Kadim zenginler ise gündelik zenginlerin kendi paralarına dadandığını fark edince kayıplarını telafi etmek için kapalı kaptan daha çok para çekmeye başlarlar. Kaptaki para artık daha hızlı azalmaya başlar. Kısa zaman sonra da zenginler daha doyumsuz; gündelikçiler yeniyetme zengin; orta gelir grubu, kıt-kanaat geçinen ve fakirler de yetersiz beslenen durumuna gelir.
Kaptaki para günden güne suyunu çeker ve kabın neredeyse dibi gözükür. Milyonlarca insan dipte kalan bu kısıtlı miktardaki parayla geçinmeye çalışır. Fakirler her geçen gün daha çok açlıkla yüz yüze gelmeye başlar. Çünkü her gün yese de sonraki gün gene acıkmaktadır. Bu açlık, senede bir gelen Ramazan orucunu tutmaktan farklıdır. Çünkü ne belirli bir iftarı ne de bayramı vardır.
Maalesef yemeden yaşamanın bir yolu henüz bulunamamıştır. Yaşamak için yemenin de günlük maliyeti vardır. Ancak zenginler hesap cüzdanlarını şişirmeye o kadar dalmışlardır ki, böyle basit şeylerle uğraşmaya ve düşünmeye hiç vakitleri yoktur.
“Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler efendim” demeseler de yaptıkları bundan daha tehlikelidir.
Zenginler ve zenginleşmekte olanlar, şu fakirleştirdikleri toplumun, kendi zenginleşmelerindeki asıl unsur olduğunu görmemekte ve piyasadaki bütün parayı kendi hesaplarına çekme yarışına aralıksız devam etmektedirler.
Peki, bu işin sonu nereye varır acaba? Doyumsuz hesaplarına hesapsız para çekenlerin, fakirleşen insanların açlıktan ölmemesi koşuluyla, piyasadan çekebileceği maksimum para miktarı nedir? Bunun bir sınırı ya da bunların bir doyum noktası var mıdır? Zenginler oraya gelince durabilecek midir?
Yoksa vay halimize…
Ünal Gündoğdu/ Mart 2021