Orhan

Orhan
Mehmet Mücahit Yurteri

Yine sırtımı Midilli Adası’na vermiş, önümde Kaz Dağları’nın uzantısı olan Madra Dağları’na bakarak, Kuzey Ege’nin buz gibi lacivert sularında gömülmüş, kırk dereceye varan temmuz sıcağıyla inatlaşıyordum, sıcağa karşı soğuk kozunu öne sürerek. Bu benim yirmi beş yıldır değişmeyen bir zevkimdi. Eşsiz koylara sahip İzmir’in güzel ilçesi Dikili sahilinde aldığım iki katlı evim olduğu için çok şanslı hissediyordum kendimi. İstanbul’un bitmeyen ve de hiç bitmeyecek olan karmaşasından sonra bu sahillerde yaşamak, insana “Yaşıyorum gerçekten…” hissini vereceğinden adım gibi emindim. “Adım mı?..”, “Ulaş…” olarak çağrılıyorum. Gerçekten de yeşil ve mavinin içine karışarak bütünleşmek muhteşem bir yaşam biçimi olsa gerek. Düşünsenize, sizi gündüzleri kuş ve ağustos böceklerinin şarkıları, geceleri ise cırcır böceklerinin konserleri rahatsız ediyor, gecenin gölgemsi karanlığını ise ayın mavi beyaz ışığı ile ateş böceklerinin sarı beyaz ışıkları aydınlatıyor. Bu büyülü ortamı imkân olsa bütün yıl yaşamak isterim hiç sıkılmadan. Hangimiz istemez ki… Sırt üstü yatıp yıldızlara bakarak bu atmosferde uyumayı… Bir de bu ortama denizin derinden gelen fısıltılı şarkılarını ekleyin… İşte ben bu durumu yaz boyu sıkılmadan, hiç bıkmadan her gece tekrarlıyorum. Bu bile bir ayrıcalık değil mi? Her zaman şükretmişimdir bu yaşantıma… Nasıl şükretmeyeyim ki… Ege’nin insanı mum gibi eriten sıcağına karşı insanı yeniden kendine getiren lacivert soğuk sularının oluşu bile muhteşem bir durum benim için… Tabii ki benim gibi düşünmeyenler olmasına bir şey diyemem… Hatta daha iyi yerler var diyenler de olabilir, ona da bir şey diyemem. Dahası “Sen ne diyorsun?.. Her yer öyle mi?.. Yoklukla yaşayanlar, denizi hiç görmeyenler de var…” diyenler de olacak… Onlara da bir şey diyemem… Ben sadece yaşadığım ortamı aktarıyorum… Hepsi bu…
Temmuz ayının ortalarıydı… O çarşamba günü hava bir hayli sıcaktı… İki bin on dokuz yazının sıcak olacağı meteoroloji kaynaklarınca ön görülmüştü zaten… Ege’nin otuz beş- otuz yedi derece sıcaklık aralığı normal kabul edilmiştir bu yörede yaşayanlar tarafından ancak o gün, o çarşamba günü gerçekten de sıcaktı. Kırk derece… Kuş sesleri ve ağustos böceklerinin sesleri de çıkmıyordu bu sıcak karşısında haklı olarak… Ben bu sessizliği sıcağın sesi olarak adlandırmıştım kendimce… Bu durumda yapılacak tek şeyin kendimi lacivert soğuk suların içine gömmek olduğunu anlamıştım ve yapmıştım da…
Her zaman ki gibi yüzüyordum sakin sakin. Soğuk suyun vücuduma masaj yapar gibi dokunuşlarıyla kendime geldiğimi, sağlık bulduğumu hissediyordum… Madra Dağı’na bakıyordum amaçsızca kulaç atarken… Yüzdüğüm körfez yarım hilal şeklinde, geniş altın sarısı kumlara sahip bir plajdı. Bana göre sağımda kalan hilalin uzantısındaki burunda, üç katlı beyaz ev dikkatimi çekiyordu uzun yıllardır. Hatta bu yöreye geldiğimden beri, yirmi beş yıldır… Uzaktan gördüğüm kadarıyla çam ağaçlarının içinde kalmış, denizin tam bitişiğinde güzel bir eve benziyordu görüntüsü. Uzun zamandır gidip yakından görme arzuma rağmen hiç gerçekleştirememiştim bu saçma isteğimi. Sahiplerine nasıl izah edebilirdim ki?.. “Evinizi çok beğendim, incelemek istiyorum…” dersem hakkımda iyi şeyler düşünmezlerdi herhalde… Saçma olmaz mıydı?.. Ama gerçek olan şu, günümüz için çok şatafatlı bir yapı olmadığı belli ama eskiliğini düşünürsek zamanına göre villa hadi villa olmasa bile görkemli bir yapı diyebiliriz belki… O da benim bu uzaklıktan görebildiğim kadarıyla… Bu arada yapılara karşı ilgimin mimar olmamdan kaynakladığını belirtmek isterim… Aslında binayı yakından görmem gerekli doğru karar verebilmem için ama… Evin bir özelliği de etrafında hiç bir yapının bulunmamasıydı… Çamlar altında denizle bütünleşmiş bu yalnız ev ne amaçla yapılmış olabilir ki… Her şeyden uzak, tek başına, sanki inzivaya çekilmiş gibi…
“Affedersiniz beyefendi… Bir şey mi oldu?..” bir an için şaşırmıştım. Yanımda yüzen benim yaşımda veya yaşıma yakın, altmış beş- altmış sekiz yaşlarında, beyaz saçları dökülmüş, hafif sakallı, aydınlık ve güleç yüzlü, fit vücuda sahip, uzun boylu, karizmatik ve neşeli mizaca sahip olduğu belli bir adamın kaygıyla bana bakarak seslendiğini görünce…
“Yok, yok bir şey… Merak etmeyin bir şeyim yok…” demiştim. Adam:
“Beş dakikadır kımıldamadan sabit bir şekilde sahile bakıyorsunuz da endişelendim doğrusu… Malum, bizim yaşlar pek güvenli yaşlar değil…” demişti hafiften gülerek. Ben de:
“Haklısınız… Ben şu eve bakıyordum. Sahildeki üç katlı beyaz eve… Şu burundaki…
“Haaa o mu?.. Yerinizde olsam hiç merek etmem o metruk evi…”
“Metruk mu?.. Nasıl yani?.. Niçin ?..”
“Beyefendi, ben burada Dikili’de doğdum büyüdüm. Altmış yedi yaşındayım. Bu körfezi beğendiğim için devamlı burada yüzerim. O evin mazisi ise inanılmaz acıtıcı… Pek öğrenmeyi istenecek bir konu değil… Hatta şu kadarını söyleyeyim ki bu yöredeki insanlar o ev hakkında konuşmak bile istemezler… Bilirsiniz, uyuşturucu kullananlar, tinerciler zaman zaman bu tür metruk evlerde takılırlar genellikle. Onlar bile bu evden her zaman uzak durmuşlardır…”
“O kadar yani… Hocam, siz beni daha da meraklandırdınız şimdi… Oldu mu ya?..”
“Bakın beyefendi… Anladığım kadar meraklı bir kişiliğiniz var, tamam… İsterseniz size o evin hikâyesini anlatabilirim…”
“Çok sevinirim hocam… Benim adım Ulaş…”
“Memnun oldum Ulaş Bey… Benim adım da Orhan…”
“Memnun oldum Orhan Bey… İsterseniz aradaki şu beylere çarpı koyalım. Hem yaşıtız. Ben de altmış yedi yaşındayım. Ne zaman anlatırsınız?..”
“Ulaş Bey, tamam tamam Ulaş, yarın saat on üç gibi plajın gazinosunda buluşalım… Şimdi de anlatabilirdim ama bir yere gitmem gerek, en iyisi yarın…”
“Tamam Orhan, yarın saat on üçte…”
Bu tesadüf iyi olmuştu benim için… Orhan sayesinde çeyrek asırlık merakımı gidereceğim için çok sevinmiştim…
Perşembe günü saat on birde sahile inmiştim. Yine kavurucu sıcak hükümdarlığını sürdürüyordu acımasızca… Niyetim, Orhan’la buluşmamı gerçekleştirene kadar kendimi soğuk suların yumuşak kucağına bırakmaktı acımasız sıcak kırallığının baskısından kurtulmak için… Bir saate yakın balinalar gibi oflaya puflaya kulaç atıyordum. Bu kilo ile kendimi balina gibi hissetmem gayet normal sanırım. Yüz altmış santim boya karşılık doksan kilo… Altmış yedi yaşındaki balina ancak bu kadar yüzebilirdi herhalde. İki metrelik alanda ağırlaştırılmış film gibi dönerek… Nihayetinde yorularak karaya vurdum ve akabinde plaj gazinosundaki serin bir masada yerimi almıştım… Saat on ikiyi geçiyordu. Orhan gelene kadar buz gibi bir bira getirmesini söyledim garson çocuğa… Biradan koca bir yudum aldım kavrulup toprak gibi çatlayan dudaklarımı sulamak için… İyi gelmişti doğrusu… Saat tam on üçte gazinonun kapısında belirdi Orhan. Sözünün eri dakik adammış doğrusu… Orhan sağa sola selam vererek yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle masama ulaşmıştı gülerek…
“Selam Ulaş, nasılsın?..” diyerek tam karşıma oturmuştu.
“Merhaba Orhan, iyiyim ya ne olsun, sen nasılsın?..”
“İyiyim be Ulaş… Ne olsun işte… Yuvarlanıp gidiyoruz…”
“Öyle deme Orhan, bu ilçede hiç bir şey yapmasa bile insan kendini iyi hisseder. Ben sadece yaz sezonunu burada geçiriyorum bu bile bana yetiyor…”
“Doğru, doğru Ulaş… Ama burası küçük bir yer. Yapacakların kısıtlı… Bir müddet sonra alışkın değilsen burada da yaşamak zor gelebilir. Neyse boş ver Ulaş… Sen bana soğuk bir bira ısmarla bakalım…”
“Ah!.. Tabii ki… Affedersin… Konuşmaya daldık. Garson bakar mısın?..”
Orhan garsonun getirdiği birayı bir dikişte yarısına indirmişti iştahla… Keyfi yerine gelmişti. Güleç yüzü daha da aydınlanmıştı. Heyecanla anlatacaklarını bekliyordum Orhan’nın… Orhan da beni fazla merakta bırakmamak adına hemen konuya girmişti.
“Ulaş, bu hikâye çok eskilere dayanıyor… İşin garip tarafı anlatacağım olaylar meydana geldiğinde ben yeni doğmuşum. Düşünsene… Altmış yedi yıl önceki olaylardan bahsediyoruz…” ben merakla lafa girmiştim:
“Ne diyorsun Orhan… O kadar eski ha…” Orhan garsona bir göz işareti ile masada boşalan bardakları dolusu ile yenilemişti… Zevkle anlatmaya devam etti:
“Evet, dediğim gibi olay bayağı eski… O tarihlerde Dikili’de bu kadar insan yaşamıyormuş. Küçük bir yerleşim yeri… Ama yine de Dikili’ye bağlı yirmi beş köy ve bir kasaba bulunuyormuş. Babadan kalan mal mülkle zengin olmuş Kabakum Köyünün ileri gelenlerinden Vakkas Sarı adlı bir adam yaşarmış bu yörede… Vakkas Sarı o devirde bölgede yaşayan birkaç zenginden biriymiş. Fakat bu kadar zenginliğe karşı Vakkas Bey’in çok büyük bir sorunu varmış. Ne yaparsa yapsın çok sevdiği karısı Fatma’dan bir çocuk sahibi olamıyormuş…” bu arada boşalan ikinci bardakların yerini yenileri almıştı… Orhan, susuzluğunu gidermek için birasından aldığı büyük yudumu yavaşça yudumlayarak konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
“Vakkas Beyin artık umutlarının tükendiği bir zamanda Allah’ın takdiri eşi hamile kalmış ve yanılmıyorsam bin dokuz yüz on iki yılında Vakkas Sarı’nın bir oğlu olmuş, ‘Rıza…’, uzun süre fark etmemişler ama Rıza’nın sol ayağı diğer ayağından iki santim kısaymış. Ama Vakkas Bey bunu hiç dert etmiyormuş. Fakat küçük Rıza büyüdükçe bu sorunu fark etmiş, hatta diğer akranlarına belli etmemek için kendine has yürüyüş şekli bile geliştirmiş. Delikanlılık yıllarında ise özel ayakkabılar giyerek bu sorunu aşmaya çalışmış. Bu sorun ve bol parayla Rıza çekilmez bir genç olmuş. Herkes yaka silker, nefret edermiş Rıza’dan ancak yörenin zenginlerinden olan babasından çekindikleri için Rıza’ya katlanmak zorunda kalıyorlarmış. Oysa ki Vakkas Bey, iyilik sever, yoksula, düşküne yardım eden, hatırı sayılan bir kişiymiş. Kimse söylemese de Rıza’nın attığı her adımdan haberi varmış. Oğlunun bu durumuna çok üzülüyormuş. Genç Rıza da her türlü kötü huy bir arada imiş. İçki, uyuşturucu, kadın, kavga, kumar ne ararsan… Vakkas Bey bu duruma çareler arıyormuş. Belki oğlu düzelir umuduyla bin dokuz yüz otuz iki yılında Rıza yirmi yaşındayken evlendirmeye karar vermiş. Vakkas Bey yörenin en güzel kızıyla oğlunu evlendirmiş. Rıza yirmi Güllü on sekiz yaşında… Birbirlerine çok yakışmış yeni evli çift. Aslında Rıza ufak doğum kusurunun haricinde, yöredeki yakışıklı gençlerden biri olarak gösteriliyormuş herkesçe… Sözün kısası gerçekten çok güzel bir çift olmuşlar…
Bu arada üçüncü biraları da tükenmişti. Baktığım da Orhan’nın da yorulduğunu fark ettim. Yaklaşık iki saattir konuşuyorduk. Orhan’nın bir özelliği de olayı anlatırken daldan dala atlayarak gereksiz detaylar üzerinde çok durmasıydı. Bu durumda konuşmada uzadıkça uzuyordu lastik misali… Haliyle sıcak zaten insanı zorluyordu. Orhan bana bakarak:
“Ulaş, istersen bu günlük anlatmaya nokta koyayım… Yarın aynı saatte devam ederiz. Benim biraz uyumam lazım… Ne dersin?..”
“Haklısın Orhan, tabii ki yarın devam ederiz…” dedim ama aslında anlatmaya devam etseydi, abartısız sonuna kadar dinlerdim hiç yorulmadan… Bir an da elinden horoz şekeri alınmış çocuk gibi kalmıştım…
Aklımda hikâyenin devamını merak ederek eve gelmiştim somurtarak… Eşim Ülkü bu halimi görünce:
“Ulaş, ne oldu?.. Sabah pek neşeliydin…”
“Yok bir şey Ülkü… Bir arkadaşla tanışmıştım sahilde… Bana çok ilginç bir hikâye anlatıyordu da… Bu günlük ara verdi. Arkası yarın…
“Ne güzel işte Ulaş… İlginç bir arkadaş bulmuşsun. İyi vakit geçiriyorsun işte… Bana da anlatırsın…”
“Doğru söylüyorsun Ülkü. Hikâye sonuçlansın sana da anlatacağım tabii ki… Yarını sabırsızlıkla bekliyorum…” diyerek biraz şekerleme yapmak üzere veranda da ki kanepeye uzanmıştım…
Cuma günü saat on iki gibi sahildeki plaj gazinosunda her zamanki masamda bekliyordum Orhan’ı… İçimde uçan kelebeklerin sessizce kanat çırpmalarını duyuyordum. Heyecanlandığım zaman karşılaştığım durum yine tekrarlıyordu… Bu gün dünden de daha sıcaktı. Denizde yüzmeyi göze alamamıştım. Gazinoda esen hafif rüzgâr ve yudumlamakta olduğum soğuk ev yapımı limonata ile serinlemeye çalışıyordum ümitsizce… Saatin on üç olduğunu Orhan’nın gazinonun kapısında belirdiğinde anlamıştım. Dakik adamdı vesselam… Her zamanki güleç yüzüyle:
“Merhaba Ulaş… Çok beklemedin umarım…” dedi biraz çekinerek…
“Yok Orhan, sen her zamanki gibi tam zamanında geldin. Ben biraz erkenciyim. Malum, hikâyenin finalini öğreneceğim ya bu gün…
“Tamam arkadaşım, hemen hikâyeye giriyorum… Garson, oğlum!.. Bana da ev yapımı limonata lütfen…” Orhan limonatasını yudumlayarak biraz ferahladıktan sonra konuşmaya başladı ağır ağır…
“Evet… Nerede kalmıştım?.. Hah, tamam… Rıza ile Güllü iyi bir çift olmuşlar… Evlilik Rıza’ya yaramış, kötü çevresinden de uzaklaşmış herkesi şaşırtarak… Babasının işlerine yardımcı olmaya başlamış. Dört yıllık evliliklerinden sonra beşinci yılda Güllü hamile kalmış. Rıza çocuk sahibi olacağını öğrenince çok sevinmiş, keyiflenmiş. Bu hamilelik Vakkas Bey’i de çok sevindirmiş. İşte bu üç katlı güzel evi Vakkas Bey oğlu Rıza ve gelini Güllü’nün doğacak çocukları ile mutlu bir şekilde yaşamaları için yaptırmış özellikle… Gerçi oğlu ve gelini Dikili merkezde büyük iki katlı bir evde oturuyorlarmış o zamanda ama yazın sıcak günlerini deniz kenarında hep birlikte gözlerden uzak bu evde geçirmelerini düşünmüş Vakkas Sarı… Zaman duraklara uğramadan çelik rayların üzerinde bilinmeze doğru akıp giden tren gibi geçiyormuş, Rıza ve Güllü’nün yaşamlarıyla birlikte… Rıza da babasının makûs talihini yaşayacağını elbette ki bilmiyormuş…” burada istem dışı lafa girmiştim Orhan’nın sözünü keserek:
“Orhan, bu nasıl makûs talih?.. Kışlık ev, yazlık ev. Eeee… Rıza babası gibi çocuk hasreti çekmiyor… Kendi istedikleri bir zamanda çocuk yapmaya karar veriyorlar…” Orhan gülerek:
“Ulaş Beyciğim, müsaade edersen anlatayım. Sonra yorum yaparsın ne dersin?..”
“Affedersin Orhan, heyecanlandım… Dinliyorum…”
“Bak şimdi… Nerede kaldığımı unutturdun… Tamam… Hatırladım… Güllü’nün hamileliğinin sonu hüsranla bitmiş… Doğuma bir ay kala Güllü kanama geçirmiş, çocuğu da kaybetmiş, doktorlar hayatını zor kurtarmışlar. İşin acı noktası da burada başlıyor. Bu talihsiz olaydan sonra bir daha Güllü’nün hamile kalması imkânı ortadan kalkmış… Vakkas Sarı hiç olmazsa geç de olsa çocuk sahibi olmuştu, Rıza’nın bu şansı da yok olmuştu, makûs talih derken çocuk durumunu kastetmiştim…”
“Yapma be Orhan, bu çok kötü olmuş…”
“Evet Ulaş… Daha da kötüsü var… Bu olay Rıza’da çok derin izler bırakmış. Tabii ki Güllü için de… Rıza eskisinden de beter olmuş… İçki, kumar, kadın durumları yeniden başlamış. Evliliklerinin onuncu yılında Rıza otuz yaşında iken önce babası Vakkas’ı, üç ay sonra da annesi Fatma’yı kaybetmiş… Rıza’ya babasından büyük bir servet kalmış. Artık hiç çalışmıyor, girdiği batak hayatın içinde paralarını acımasızca yiyiyormuş. Karı kocanın, her ikisinin de ayrı ayrı bir yaşamı oluşmuş. Çevreye tamamen kapalı bir hayat yaşıyorlarmış. Bir rivayete göre kocasının yaptıklarına karşı Güllü’nün de bir çiftçiyle birlikte olduğu dedikodusu yayılmış fısıltı gazetesiyle. Bu yüzden Rıza eşi Güllü’yle çok sık tartışıp şiddet uyguluyormuş. Aslında evlikleri her ikisi için de cehennemden farksızmış. İşte evliliklerinin yirminci yılında çok korkunç bir olay meydana geliyor…” burada Orhan anlatmasına son vererek garson çocuğa iki bira söyledi… Sanki anlatacakları canını sıkıyor, anlatmaktan imtina ediyordu.
“Ne oldu Orhan, niçin durdun?..”
“Yaaa…. Ulaş’cığım anlatacağım anlatacağım da, bundan sonrası biraz, hatta çok fazla can sıkıcı…”
“Ne olursa olsun Orhan… Sonunu öğrenmem lazım, dinleyeceğim…”
“Pekâlâ… Tarih bin dokuz yüz elli ikiyi gösterdiğinde Rıza ortadan kaybolmuş. Dikili’de günlerce kimse görmemiş Rıza’yı. Yaz ayları olduğu için sahildeki evde olduğunu düşünüyormuş arkadaşları. Çekindikleri için arkadaşları eve bakmaya da gidememişler. Nasılsa karabatak gibi ortaya çıkacağına inanıyorlarmış Rıza’nın. Sonra bir gün jandarmaya bir ihbar gelmiş isimsiz bir kişiden. Burundaki evden bir kadının denize parça parça attığı etten bahsetmiş ihbarcı. Yalnız kadının elindeki etin bir insan eline benzediğini, korkusundan bölgeden hemen uzaklaştığını söylemiş. Jandarma ihbar üzerine hemen eve gelmiş ve kısa bir araştırmadan sonra Rıza’nın parçalanmış cesedini bulmuş. Kadın da yani Güllü boş gözlerle bakıp konuşmadan gülümsüyormuş. Sonrasında Güllü kocası Rıza’yı vahşice öldürmekten tutuklanmış. Akli dengesi yerinde olmadığı için Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesine kapatılmış ve orada da hayata gözlerini yummuş…” Orhan hikâyenin sonunda susmuştu canı sıkılmış bir halde… Gözlerini kırpmadan bana bakıyordu… Ben de çok gerilmiş, içimde biriktirdiğim nefesimi bir an da serbest bırakmıştım patlamamak için…
“Orhan, gerçekten çok etkileyici, çok elim bir hikâye imiş, bilmesem senin de dediğin gibi iyi olurdu doğrusu…”
“Ulaş kardeşim, sevmediğim bir söylem ama ben sana baştan söylemiştim…”
“Haklısın, yalnız bir şey soracağım… Evin yapım tarihi ile seksen iki yaşında bir yapı olduğu anlaşılıyor. Senin doğumundan beri yani altmış yedi yıldır da boş duruyor, gerçi uzaktan belli olmuyor ama ev harabeye dönmüştür… Hiç kimse sahip çıkmadı mı eve? Ailenin mirasçıları yok muydu?”
“Ulaş, haklısın. Ev pek iyi durumda değil. Aslında ailenin uzaktan akrabaları varmış, ancak Rıza bütün serveti yiyip bitirmiş. Kalan az bir mirası da bu akrabalar aralarında bölüşmüşler. Fakat bu ev uğursuz diye akrabalardan hiç kimse sahiplenmemiş. Öyle durup duruyor metruk ev kaderiyle. Bir ara devlete kaldığı söylenmişti ama ne kadar doğru bilemiyorum… Ama gerçek olan benim bu evden daha önce yıkılacağım…”
“Allah gecinden versin Orhan… Dur bakalım… Kardeşim, seni de yordum ancak, merakımı da giderdin doğrusu… Çok teşekkür ederim…”
“Ne demek kardeşim, hem arkadaş olduk, hem de güzel vakit geçirdik. Yalnız bana müsaade… Biliyorsun her öğleden sonra güzellik uykumu aksatmamam lazım…”
“Tabii… Tabii… Ben de kalkıyorum görüşmek üzere…”
“Elbette Ulaş’cığım ben her zaman buralardayım…”
Orhan’dan ayrıldıktan sonra merakımı giderdiğim için mutluydum. Ancak acı bir hikâye dinlemiştim Americano Kahvesi tadında. Bu da beni üzmüştü. Hayatın içinde buna benzer ne elim hikâyeler vardı kim bilir…
Cumartesi günü hiç ara vermeye niyeti olmayan sıcakları umursamaz bir halde burundaki evi görmek amacıyla yola çıktım. Artık evi yakından görmek vazgeçilmez bir tutkuydu benim için. Kumsaldan yürüyerek varmak daha kolaydı hedefim için. Evin yanına geldiğimde oldukça şaşırdım. Bir kere bu üç katlı ev hiç de eski değildi. Mimarım… İlk görüşte anlamıştım. Bu evin olsa olsa otuz- otuz beş senelik olduğu aşikârdı. İkinci olarak evin yeni boyandığı çok belliydi… Yani altmış yedi yıl boş duran ev hiç değildi. Pencerelerinde asılı olan tül perdelerin beyaz ve temiz olması yeni yıkanmış olduklarını işaret ediyordu. Camlar tertemiz, pırıl pırıl ayna gibiydi. Açıkçası bu evde yaşayan kişi veya kişilerin olduğu daha doğrusu hayat olduğu her haliyle belliydi. Evi incelemeye o kadar dalmıştım ki arkamdan gelen sesle, biraz da dinlediğim hikâyenin etkisiyle yerimden sıçradım…
“Kime bakmıştınız Beyim?..”
“Affedersiniz. Evin sahibi misiniz?..”
“Yok Beyim, evin sahibi Dikili’de. Ben gelen kiracılarla ilgileniyorum…”
“Kiracılar mı?..”
“Evet Beyim… Sedat Bey geçen yaz hacizli bu evi devletin açtığı açık artırmadan satın aldı ve pansiyon olarak kiralamaya başladı. Büyük evdir. Dokuz odası var…”
“Sedat Bey mi?.. Sedat Bey de kim?..”
“Söylemiştim ya demin Beyim, Sedat Bey bu evin sahibi… Sedat Bey müteahhittir… Onda ev çok…” iyice kafam karışmıştı. Olayları birbirinin içine katmıştım.
“Affedersiniz… Aslında bana bu ev ile ilgili öyle ilginç ve acı bir hikâye anlatıldı ki… O yüzden bu evi görmeye geldim…
“Haaa anladım, şimdi anladım. Beyim siz bizim hikâyeci Orhan’a rastlamışsınız besbelli…”
“Hikâyeci Orhan mı?..”
“Evet Beyim. Orhan’ı buralarda herkes tanır. İlk tanıştığı kişilere, yöremize gelen giden tanıdığı kişilere, hatta zaman zaman bizlere çeşitli hikâyeler anlatır. En meşhur hikâyesi de bu ev yani metruk ev hikâyesidir. Orhan herkesin sevdiği bir kişidir. Hele yaz sonu tatilcilerin gittiği nüfusun azaldığı yöremizde Orhan insanları çok eğlendirir. Çok komik öyküleri de vardır.”
“Ne diyorsunuz? İnanılmaz gerçekten… Ben de neler düşünmüştüm…”
Eve doğru yürürken engelleyemediğim bir gülümseme yerleşmişti yüzüme… Sahilde ağır ağır adım atarken eşim Ülkü’ye anlatacağım hikâye de tamamlanmıştı.
Ayvalık, Ağustos 2019

Bu yazıyı okudunuz mu?

Kimlik Kavgası

Kimlik Kavgası Geçen gün kimliklerime kendi aralarında kavga ederken rastladım. Dürüstlük kimliğim şöyle diyordu. “Dürüst …