Metro
Birgül Tombul
Bir sarsıntıyla derin uykumun katmanları dağılıverdi. Annem bir yandan omuzumdan sarsıyor bir yandan da tiz ve öfkeli sesiyle tez canlı bağırıyordu.
“Kutaaaay, kalksana daha kaç kere sesleneceğim sana. Her sabah aynı şey.”
Artık ne söyleyeceğini sırasıyla biliyorum. O söyledikçe ben de gözlerimi açmadan içimden onunla beraber söylüyorum.
“Kaç yaşına geldin, hâlâ ben uyandırıyorum seni. Akşam yatmaz, sabah kalkmaz, yatıyorsun tembel tembel. Kalksana oğlum. İş yok, güç yok, eş yok, ev-bark-düzen yok. Baban çıkalı üç saat oldu. Kutay! kalk dedim. Nedir bu ya hu! Kalk çabuk zıkkımlan iki lokma, git iş ara.” Kapının önünde şu anda, tekrar seslenecek “Kalk çabuk Allah’ın cezası.”
Bitkin, yorgun, gergin vaziyette gözlerimi açtım. Saat aşağı yukarı on civarı. Odama vuran ışığın duvardaki oynaşmasından anlıyorum bunu. Kitaplıktaki eski okul kitaplarımın üzerine vuruyor ışık. KPSS için aldığım, çoğu çözülmüş, birazı çözülmemiş test kitapları, üniversitede hocaların okuyun dediği kitaplar. Bir süre bakakaldım öylece. Odaya göz gezdirdim, bezgin ve bildik eşyalara baktım umarsızca. Artık benim boyuma küçük gelen ama ıvır zıvır ne varsa topladığı için atılamayan çalışma masası tam karşımda. Önündeki sandalyenin üzerinde bir yığın kıyafetim duruyor. Dün giydiğim gömleğin kolu, sanki sandalyeyi kucaklar gibi yere sallanmış. Ailece çekilmiş bir fotoğrafımız duvarda asılı duruyor, ona baktım bir süre. Henüz küçük bir çocuğum orada. Ne güzeldi o yaşlarım, elimde bir top var. En büyük derdimin ilkokul öğretmenimin verdiği bir sürü ödev ve bir de sokakta arkadaşlarımla oynayacağımız futbol olduğu günler. Futbol oynadığımız zamanlarda topu hep Ahmet getirirdi. İyi oynayamasa da mecbur oynatırdık. Yüzümde o günlerin hatırasına çok hafif bir gülümseme ile baktım fotoğrafa. Ahmet şimdi bizim mahallenin futbol kulübünün antrenörü. Bu beceriksiz arkadaşımız bir şekilde antrenör oldu, keyfi yerinde. Babası belediyede olunca futbol bilmeyenden bile antrenör oluyor sonuçta.
Neyse, kalktım gönülsüz. Geç uyanıyormuşum. Ben de biliyorum geç uyandığımı. Uyumak istediğimden değil, uyanmak istemediğimden uyuyorum. Okul biteli yıllar oldu. İş lazım, ev bark lazım, bunu ben de biliyorum da iş nerede? Babam çıkmışmış. Ne yapayım, biyoloji ve genetik mühendisliği okumuş biri olarak babamla fırında mı çalışayım? Hani anne baba çocuğunu kayıtsız şartsız severdi? En sonuncusunu az önce duyduklarım pek sevgi dolu cümleler değildi ama! Öfkeyle, sanki bakışlarım duvarların ötesindeki annemi görüyormuş gibi kapıya ters ters baktım. Bir de “İki lokma zıkkımlan” demez mi? “İstemez! Siz zıkkımlanın.” Üstümü giyindim, elimi yüzümü çarçabuk yıkadım. “Gidiyorum” demek içimden gelmedi, bu sefer soracak annem “Paran var mı?” Yok… Bu yaşta harçlık almak zaten yeterince kötü, param da yok ama “yok” deyip iki katı daha laf yiyemem. Kapıyı da özellikle sert bir şekilde çekip çıktım.
Ellerim cebimde çevremde kim olduğuna, ne olduğuna aldırmadan öylece önüme bakarak yürüdüm, yürüdüm… Hava ne boğucu. Yağsa sanki rahatlayacak. Metronun yürüyen merdivenlerinin başında durdum. Adımımı yürüyen merdivene atıp yer altına inmeye başladım ağır ağır, sanki düşüncelerimin de en altına iner gibi. İçimden, bir bulantı, bir kusma gibi aniden düşündeler patladı. Bütün bunlar tamamen benim suçum muydu? Ben mi demiştim beni dünyaya getirin diye? Okuduğum bölüm her yıl binlerce mezun verirken, iş alanlarını ben mi daraltmıştım? Mantar gibi üniversite açanın, akademik kariyer yapmak istemeyip, bir meslek sahibi olmak isteyenleri, ya da sanatla uğraşmak isteyenleri aynı sınava sokup, sonrasında aldığı puana göre sıralayıp, burası senin kaderin diyenlerin hiç mi suçu yoktu? Yirmi üç yaşında mezun olup elde diploma ile hayata atılan yeni mezundan, iki yıllık tecrübe isteyenin hiç mi suçu yoktu? Tanıdık olmadan hiçbir işe kabul etmeyen, mülakatta eleyen, liyakat aramayanın hiç mi suçu yoktu? Kendi kendime hayalimde yine annemle kavgaya devam ettim “Peki siz karnımı doyurmaktan başka ne yaptınız?” İnsanlar çocuklarını nerelerde okutuyor, ne yatırım yapıyor. Sonra da “İş bulamadın mı?” Kendimi kontrol edemeden sesli bir şekilde söylendim
“Bulamadım!”
Kendime geldim bir anda. Etrafımdaki bana çaktırmadan bakanlarla göz göze gelmemek için başımı kaldırmadım. Ne yapacağımı düşünüyordum. Sahi nereye gidiyordum ben? Rastgele gidiyordum işte, nereye gittiğimi hesap etmeden. Düşünmeye devam ettim. Annemin söyledikleri yanlış değil tabii ki. O da benim iyiliğim için söylüyordu sonuçta. Artık ufak ufak yolumu bulmalıyım ama nereden başlayacağım bilemiyorum ki?
Metro beklerken etrafıma ilgisiz bakındım. Bir sürü insan bir yerlere gidiyor, yanındakilerle bir şeyler konuşuyor, gülüyor, düşünüyordu. Çoğunlukla herkesin elinde telefon bir şeylere bakıyordu. Onları izliyordum ben de. Bir ben hariç herkesin bir koşuşturması var, herkes telaşlı, meşgul görünüyordu. Bir de farklı milletten ne kadar çok insan varmış meğerse, bunu fark ettim bir anda. Bu arada metro geldi, hepimiz arkamızdan itiyorlarmış gibi içeri doluştuk. Perondaki hava aynen metronun içine doldu. Az önce benimle metro bekleyen ve dikkatimi çeken göçmen grup, sağımda kümelenmişti. Bağırarak konuşuyor, itişip gülüyorlardı. Şu taraftaki başka bir grup da öyle. Gözlüklü yaşlıca bir adam seslendi
“Biraz daha sessiz konuşur musunuz evladım, çok gürültü yapıyorsunuz.” Gruptan biri sırıtarak bozuk Türkçesiyle yanıt verdi.
“Beğenmiyorsan taksiye bin amcaa!”
Herkes birbirine baktı rahatsızca, ben de onlardan biriydim haliyle. Orta yaşlı bir hanım sinirle hepimize tercüman olur gibi, gergin bir ses tonuyla ve başını sallayarak ortaya konuştu
“Kendimize baktık bir de bunlar kaldı, şunların rahatlığına bak, keyfine bak. Bizim evlatlarımız…”
Gruptakiler birbirlerini “boş ver” der gibi dürtüp, inadına daha da gürültülü devam ettiler muhabbetlerine. Herkesin daha da canı sıkıldı olanlara.
Bu arada birine gözüm takıldı. Orta boylu, takım elbise giymiş, eli yüzü düzgün bir gençti. Telefonundan bir şeylere bakıp elindeki not defterine minik notlar alıyordu. Bir sonraki durağın uyarı anonsuyla birlikte elindeki not defterini ve kalemi ceketinin iç cebine koydu. Metronun, geldiği durakta durmasıyla ayağa kalktı, ben de gözüm onu takip ederek ayağa kalktım. Sanki onda benim sıkıntımın aynısını görmüştüm, içimde bir yakınlık hissettim. Yanında durup beraber indim.
“Ne çok not aldınız” dedim, sevimli ve sakin bir ifadeyle.
Önce irkilerek yüzünde şaşkın bir ifadeyle geriye bir adım attı, sonra gülümsemem onu da gülümsetip rahatlatmıştı. Hani derler ya “erkekler çabuk arkadaş olur”, öyle oldu sahiden, o da içten cevap verdi
“Ne yapayım ağabey, iş arıyorum. Şu iş ilanı sitelerinde bana uyan, uymayan ne kadar yer varsa CV gönderdim, belki yüz elli tane vardır, belki daha da çok. Üçünden geri dönüş oldu, şimdi biriyle görüşmeye gidiyorum.”
İlgiyle dinledim. Sanki ilaç reçetesi gibi geldi söyledikleri.
“Hangileri bu siteler” diye sordum. “Ben de iş arıyorum da.”
İstasyonda yan yana ilerlerken, yürüyen merdivenlere geldik. Kenara çekildik. Elindeki telefonundan öz geçmişini gönderdiği sitelerin hepsini gösterdi. Çoğu bildiğim, iki tanesi bilmediğim site. Yürüyen merdivene adımımızı attık. Bir yandan ilerlerken
“Bulursun ağabey” dedi, yüzünde o umutlu ifadeyle “çabalamayı bırakma, umutsuzluğa kapılma. Her yere gönder işte, ne yapacaksın? Bir yerden başlayacağız sonuçta.”
“Doğru” dedim. “biraz daha fazla çabalamalıyım, gencim, umutsuzluğu bırakmalı ve her yere başvurmalıyım.”
Metronun yürüyen merdivenlerinde yeryüzüne çıkarken, kafamı kaldırıp masmavi gökyüzüne baktım. Sanki toprağı delip çıkan bir filiz gibi, umudum da yükseldi sanki. Çıktım metrodan, yolun karşısına geçtim. Masmavi deniz bugün çarşaf gibi hareketsizdi. Boş bir banka oturdum. Telefonu cebimden çıkardım. Şu gencin söylediği siteler hangileriydi? Tekrar bir bakayım dedim kendi kendime, tekrar başlayayım ama bugün daha bir umutla bakayım ilanlara. Gördüğüm her yere öz geçmişimi göndereyim. Üç kuruşa da çalıştıracak olsalar, okullara da bir başvurayım. Belki sözleşmeli öğretmen olurum. Neden olmasın? Sonuçta bir yerden başlamak lazım. Bir yandan çalışırken, bir yandan da daha iyi bir iş kovalarım.
Sesli bir şekilde heyecanla ve içimden yükselen bir umutla. “Başvurayım” dedim. Hem artık neredeyse altmış yaşına gelmiş, hâlâ sabahın yedisinde işine giden emektar babam hem de annem çok sevinir. Ayağa kalktım, şöyle parmaklarımın ucunda yükselttim kendimi. Başımı kaldırdım, gökyüzüne baktım. Hava yükselmiş, artık bunaltıcı bir ağırlık da yok. Hafif bir esinti sanki başımı okşadı. Sanki sırtımda rüzgarın görünmeyen elini hissettim, şu güzel hava bile bana destek vermişti. “Merak etme, çok gençsin, yolun çok başındasın. Kendini değersiz görme, sıkışmış hissetme, önünde çok yollar olacak, varlığın çok değerli. Hem seni gerçekten çok sevenler var. Çözüm gitmek değil, mücadele etmek. Her şey yoluna girecek” dedi. Ben en iyisi her yere hemen başvurayım. Annem geliyor aklıma yine. Canım annem benim… Onun da istediği gibi; belki iş olur, güç olur, eş olur, ev-bark-düzen olur.
İstanbul, Ocak 2025