Elyasaların Cenneti
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak diyarlarda, yemyeşil bir köyde Elyasa ve Göktuğ adında iki çocuk yaşarmış. Onlar daha bebekken tanışmışlar ve o günden sonra hiç ayrılmamışlar. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyanır, köyün sokaklarında kahkahalar atarak koşar, akşam olup yıldızlar gökyüzünde parlayınca bile hâlâ oyun oynamaya devam ederlermiş.
Birbirleriyle öylesine iyi anlaşmışlar ki, aralarında hiç kavga bile çıkmazmış. Bir gün, köydeki evin yakınında, yabani dut ağaçlarının gölgesinde uzanan bilinmeyen yeni bir alan keşfetmişler. Burası öylesine güzelmiş ki sanki gerçek bir masal diyarıymış! Renk renk gelincikler, kocaman papatyalar, yavaşça yürüyen kaplumbağalar ve kuşların şarkılar söylediği cennet gibi bir yer… Bu kimseciklerin bilmediği büyülü mekâna “Elyasa ve Göktuğ’un Cenneti” adını koymuşlar.
Her gün bu saklı bahçeye gelir, otları temizler, yeni çiçekler ekerlermiş. Saatlerce burada vakit geçirir, gelecekle ilgili hayaller kurarlarmış. Zaman su gibi akıp geçmiş, oyunlarla dolu günler birbiri ardına sıralanmış.
Fakat bir gün, ilkokul çağlarında bir şey olmuş. Elyasa ve Göktuğ yakalamaç oynarken ansızın karşısında biri belirivermiş. Karşısındaki kişi, aylardır görmediği babasından başkası değilmiş! Babası, sert bakışlarını ona dikerek kaşlarını çatmış ve soğuk bir sesle:
“Doğru eve!” demiş.
Elyasa, ilk kez babasından bu kadar çok korkmuş. Çünkü Babasının başka hayatları olduğundan çok eve gelmezmiş..Hatta annesi köyde birçok kadının ona âşık olduğunu söylermiş. Büyüklerimiz ne demiş “Kişinin fikri neyse zikride odur”. Belki de bu yüzden babası, Elyasa’yı bütün erkeklerden(kendisi gibi düşündüklerini zannedip) uzak tutmaya çalışıyormuş.
Eve geldiklerinde babası, yüzüne bile bakmadan sert bir şekilde konuşmuş:
“Bundan sonra Göktuğ ile oynamayacaksın! Eğer onu görürsem, seni eve kilitlerim. Hatta okula bile göndermem!”
Elyasa’nın kalbi küt küt atmış. O kadar korkmuş ki, o günden sonra Göktuğ ile konuşmamaya başlamış. O güzelim cennet bahçesi artık yalnız kalmış…
Günler geçmiş, bir gün babası küçük kardeşine kocaman bir bisiklet almış. Elyasa’nın da gözleri parlamış. Çünkü eski bisikletinin zincirleri kopmuş,kullanamıyormuş..Tam bisiklete binmek için heyecanla yaklaşmış ki, babası ona dönüp sert bir sesle:
“Artık dokuz yaşındasın! Kız çocukları bu yaştan sonra bisiklete binmez!”
Elyasa, şaşkınlık içinde:
“Ama neden?” diye sormuş.
Annesi, gözlerini kaçırarak hüzünlü bir sesle cevap vermiş:
“Bisiklete binen kızlar evlenemez. Çocukları da olmaz.”
Bunu duyan Elyasa’nın içi titremiş. Gözleri dolmuş, boğazında bir yumru oluşmuş. Adeta bir sinir boşalmasıyla bir anda çığlık atmış:
“Hayır! Ben asla evlenmeyeceğim! Keşke erkek olsaydım. O zaman babam bana da bisiklet alır belki de beni severdi!”
Güneşin altın gibi ışıldadığı bir gün, Elyasa, babasına rağmen gizli gizli kardeşine bisiklet sürmeyi öğretirken, Göktuğ kahkahayla ona meydan okumuş:
“Sen beni asla geçemezsin, Elyasa!”
Bu meydan okumayı duyan Elyasa, gözlerinde pırıl pırıl bir heyecanla bisikletine atlamış. Rüzgâr saçlarını okşarken kahkahalar atıyor, tekerleklerin çıkardığı ses yankılanıyormuş. Yarış başlamış; Göktuğ önde, Elyasa peşinde… Fakat o an, bütün mutluluğu paramparça eden keskin bir ses yankılanmış:
“ÇABUK EVE!”
Elyasa’nın içi titremiş. Babası, her zamanki sert bakışlarıyla karşılarında duruyormuş. Göktuğ’a dönüp gözlerini kısarak hışımla konuşmuş:
“Bir daha kızımın yanında seni görürsem, seni öldürürüm!”
Göktuğ’un yüzü solmuş, Elyasa’nın kalbi korkuyla sıkışmış. Oyun, hayaller, özgürlük bir çırpıda kaybolmuştu. Eve vardıklarında babası, öfkeli sesiyle Elyasa’ya dönmüş:
“Bundan sonra odan kilitlenecek! Dışarı çıkmak yok!”
O andan itibaren, Elyasa’nın hayatında kâbus dolu günler başlamış. Kapı her akşam daha sert kapanıyor, içerideki hava daha da ağırlaşıyormuş. Elyasa artık gün ışığını bile unutur olmuştu. Komşular fark etmesin diye parmak uçlarında yürürmüş, ama fısıltılar çoktan başlamış.
“Bu küçük kıza ne oldu da eve kapatıldı?” diyenler varmış.
“Burada köle mi var?” diye isyan edenler de…
Fakat babası kimseden çekinmeden son sözü hep o söylermiş:
“Elyasa artık okula gidemez! Pantolon da giyemez!”
Ve zaman acımasızca ilerlemiş. Günler haftalara, haftalar yıllara dönmüş…
Tam iki 29 Şubat(8 sene) geçmiş.
Elyasa, dört duvar arasında büyürken, Göktuğ ise özgürlük içinde serpilmiş. Elyasa’nın çocukluğu, masum hayalleri, gün ışığını unutan bir çiçek gibi solarken, Göktuğ kendinden emin, güçlü bir genç adam olmuş ve Elyasa’yı çoktan unutmuş.
Oysa Elyasa, yıllardır duvarların arkasında tek bir şey yapıyormuş: Hayal kurmak…
Eski oyunlarını, cennet bahçelerini, papatyalarla dolu gizli dünyalarını zihninde yaşatıyormuş ama dışarıdaki tüm dünyası, onun adını bile unutmuş.
Günler günleri kovalamış, mevsimler değişmiş, ağaçlar çiçek açmış, dökülmüş… Ama Elyasa hep aynı dört duvarın içinde kalmış. Güneş ışığının dokunmadığı odasında, penceresinden gökyüzüne bakar, özgür bulutların rüzgârla dans edişini izler, içinde kaybolduğu hayallerle avunurmuş.
Zihninde bir dünya yaratmış kendine. Ama Yeşil çimenlerle kaplı o cennet bahçesini asla unutmamış. Papatyaların kokusu burnunda, gelinciklerin kızıl rengi gözlerinde, kaplumbağaların ağır adımları zihninde hep saklıymış.
Elyasa’nın yüreği, o bahçede sıkışıp kalmış. Bir zamanlar birlikte koştukları, oyunlar oynadıkları o çocukluk arkadaşı, şimdi onun için sadece hayallerinde yaşattığı sadece hayallerinde konuştuğu bir gölge olmuş.
O cennet bahçesinin bir köşesinde, onu bu zamana kadar tek mutlu eden kişinin hayâlini görürmüş: Göktuğ…
Zamanla Elyasa’nın bedeni de yüreği gibi solmaya başlamış. Yemeden içmeden kesilmiş, gözlerinin feri gitmiş, incecik bir dal gibi zayıflamış. Rüzgâr esse devrilecekmiş gibi duruyormuş.
Köyün yaşlı doktoru eve geldiğinde başını iki yana sallamış:
“Bu kız burada daha fazla kalamaz. Onu götürün…Belki de son günleri…Çok geç! ”
Annesi, babası, komşular… Herkes susmuş. Oysa Elyasa’nın aklında tek bir şey varmış: Göktuğ. Ona son bir veda etmek, onu son bir kez görmek istiyormuş. Ellerinin titrediğini bile bile, bir kâğıda son satırlarını yazmış. Her kelimeyi öksürerek, zorlanarak yazsa da içindeki tüm duygular o sayfalara dökülmüş.
Ve taşınacağı gün, göğsüne bastırdığı mektubu titreyen elleriyle Göktuğ’a uzatmış. Göktuğ şaşkınlıkla bakarken, Elyasa’nın sesi rüzgâr kadar hafif çıkmış:
“Bunu oku lütfen!…”
Son bir adım geri çekildi. Gözleri, son kez ona takıldı. Sanki bakışlarını ne kadar uzun tutarsa, hatırası o kadar derinlere kazınacaktı. İçinde, kopacak bir fırtınanın sessiz huzursuzluğu vardı. Ama artık durmanın, beklemenin, ummanın anlamı yoktu. Ardında yalnızca küçük bir not bırakarak…Yavaşça döndü ve gitti…
Göktuğ, zarfı açarken parmakları titriyordu. İçinde ne yazdığını bilmese bile, hissettiği ağırlık yüreğini sıkıştırıyordu. Kağıdı açtı ve kelimeler, göğsüne ağır bir taş gibi oturdu.
“Babam, tüm hayallerimi yıktı…
Tıpkı cennet bahçemizi paramparça eden o koca buldozer gibi…
Göktuğ’un gözleri satırlarda gezinirken, geçmişin sesi kulağında yankılandı. Çimenlere yayılan kahkahalar, papatyaların arasında uçuşan rüzgâr, dut dallarına uzanan minik eller…
Şimdi o bahçede ne kahkaha var, ne çiçekler, ne de anılar. Yerini, soğuk duvarlar ve taş yığınları almış.
“Sen de sakın, kız çocuklarının cennet bahçelerini yıkan o babalardan olma.Göktuğ!”
Göktuğ, boğazına düğümlenen acıyı yutmaya çalıştı. Zihninde Elyasa’nın gülümsemesi canlandı; rüzgârda uçuşan saçları, bisikletinin sepetine iliştirdiği kır çiçekleri…
“Ben seni, kız çocuklarının özgürce bisiklet sürdüğü ebedi cennette bekleyeceğim…”
Göktuğ, mektubu usulca göğsüne bastırdı. Sanki Elyasa’yı, sanki geçmişi, sanki bir daha geri dönemeyeceği o güzel günleri sarıp sarmalıyordu.
O günden sonra, ne zaman bir kız çocuğunu bisiklete binerken görse, içi titrer, gözleri dolardı. Papatya tarlalarının arasında her defasında Elyasa’yı görür gibi olurdu. Dut ağaçlarının gölgesinde her durduğunda, bir el uzanıp ona çocukluklarını geri verecekmiş gibi hissederdi.
Ve Göktuğ öğrendi ki bazı yasaklar, insanın aklına daha önce hiç uğramamış düşünceleri usulca fısıldardı. Belki de Elyasa onun gibi özgür olsaydı, Göktuğ’a hiç âşık olmayacaktı. Tıpkı Göktuğ gibi, onu yalnızca eski ve çok iyi bir dost olarak görecekti.
Ama insanın etrafına elinde olmadan dolanan görünmez zincirler, bazen ruhunu da esir alırmış. Elyasa, kapalı kapılar ardında sıkışıp kaldığında, sığınacak tek yer olarak kalbinde mutlu olduğu o anıları bulmuş onlara farklı anlamlar yüklemiş. O anıların en parlak yerine de hep Göktuğ’un adı yazmış.
Bu yüzden, Göktuğ hiçbir zaman kız çocuklarını dinlemeyen, cennet bahçelerini yıkan o babalardan olmamış…
Ve masal bu ya, kim bilir?
Belki de Elyasa şu an gerçekten o ebedi cennette, papatyalar arasında özgürce bisiklet sürüyordur…
Sevgi İncedere Özmen