Duyulmayan Fısıltılar
Gece sessizdi; sönük sokak lambalarının zorlukla aydınlattığı dar sokak, sürüklendiğimiz kâbus gibi gerçekleri gizlemek ister gibiydi… Sokağın sonundaki terk edilmiş eski fabrika, solgun ışıkların altında karanlık bir mezarlığı andırıyor, fabrikanın bahçesinden gelen sislerin içinden, hayaletlerin siluetleri her an insanın karşısına çıkacak gibi duruyordu… Zehra, oturma odasında, eski bir koltuğun köşesine sokulmuş, düşünceli ve hüzün dolu gözüküyordu… Elinde tuttuğu romana bir türlü odaklanamamıştı… Aynı satırı defalarca okuyup duruyor, yine düşüncelere dalıyordu…
Güzel bir kızdı Zehra… Bir kadına göre uzun boylu sayılırdı… Dalgalı, kömür gibi siyah uzun saçları, sırtına kadar süzülüyordu… Beyaz tende siyah saçlar, Zehra’nın güzelliğini daha da artırıyordu… Doğrusu zümrüt gibi yeşil gözlere bu hüzünlü bakışlar hiç yakışmamıştı ama o hüzünlü bakışlarda bir korku da vardı… Zehra’nın oval, pürüzsüz, pembe beyaz yüzünde, uzuvları bir mühendislik harikası gibi hatasız ve orantılı gözüküyordu… İnce bedeni; uzun kol ve bacaklar, küçük, düzgün el ve ayaklar ile tamamlanıyordu… Bir ara nedeni belirsiz bir huzursuzluk duyan Zehra, oturduğu eski koltuğundan kalkarak odanın penceresiyle kapısı arasındaki mesafeyi, arşınlamaya başladı, ne yapacağını bilmiyordu…
Zehra, oturduğu odayı adımlarken aniden duyduğu seslerle odanın ortasında kalakalmıştı… Dışarıdan garip sesler geliyordu… Pencereye koştu… Perdeyi araladı… Bir de ne görsün!.. Soğuk aralık gecesini yaran ince bir fısıltı, sokağın karanlığında asılı kalmış gibiydi… Yolun tam ortasında, rüzgârın savurduğu kuru yaprakların arasında bir kadın duruyordu… Uzun siyah paltosu, rüzgârda hafifçe dalgalanıyordu. Ama yüzü…Yüzü… Yüzü yoktu…
“İşte!.. Herkesin korktuğu fabrikadaki hayaletlerden biri beni buldu… Ne yapacağım ben şimdi?.. Annemi dinlemeliydim… Bu korku sokağından taşınmam gerekir… Aslında hiç gelmemeliydim… Amma da yaptın kızım… Bu devirde hayaletlere inanılır mı?.. Ben yine de taşınmayı düşünmeliyim… Söylentileri, kulaktan kulağa bir virüs gibi yayılan fısıltıları dikkate almakta fayda var…” diye kendi kendine zihninin duvarlarıyla konuşuyordu Zehra…
Korku, Zehra’nın iliklerine kadar işlemişti… Yüzü beyazdan da beyaz olmuştu… Sanki kanı çekilmiş, damarlarında korku dolaşıyordu… Geri çekildi, kalbi çılgınca atıyordu… Bunun bir rüya olduğu geçiyordu zihninden… Gözlerini sıkıca kapatıp tekrar açtı… Fakat kadın hâlâ oradaydı… Ve bu kez, başını yavaşça pencereye doğru çevirdi… Birdenbire, zihninde bir ses yankılandı:
“Beni unuttun mu Zehra?..”
Zehra, ürkerek geri çekildi… Kadının sesi, çocukluk anılarının en derin köşesinden kopup gelen bir yankı gibiydi… Onu tanıyordu… Yıllar önce, köyde oynarken iz bırakmadan kaybolan çocukluk arkadaşı Leyla’nın sesiydi… Ama bu mümkün değildi… Leyla’nın kayboluşundan sonra köyde büyük bir arama yapılmış fakat kimse onu bulamamıştı… O günlerde, herkesin dilinde aynı söylenti dolaşıyordu…
“Yok, yok… Bu güzel, küçük kızı kaçırdılar, büyük şehirde zengin bir aileye verdiler…” bu cümle köyde ve civar köylerde dilden dile tekrarlanıyordu…
Leyla çok güzel, küçük bir kızdı… Beyaza yakın sarı saçları, göğün mavisinden de mavi gözleri, her zaman pirinç taneleri gibi beyaz dişleri, gülen yüzüyle herkesin dikkatini çeken bir kızdı… Çok sevimli, çok hareketli, yerinde duramayan bir minikti… Dalgalı, sırtına kadar dökülen sarı saçları, vadide rüzgâr gibi koşan, zıplayan özgür tayları andırıyordu… İşte şimdi büyümüş ama çocukluğundaki sesle çağırıyordu kendisini… Zehra gerçeği biliyordu aslında… Ama kimseye anlatmamıştı… Durmadan tekrarlıyordu kendi kendine:
“Olamaz!.. Olamaz!.. Bu mümkün değil… Hayır!.. Hayır!..” diyordu devamlı…
Zehra ile Leyla çocukken genellikle köyün sonundaki kuyunun etrafında oynarlardı… Leyla, Zehra’ya göre çok hareketliydi… Sürekli kolunu, bacağını yaralayıp dururdu… Ağaç tepelerinden inmez, korku bilmezdi… Aynı zamanda liderlik vasfı yüksek olup, tüm çocukları yönetirdi… Ama en iyi arkadaşı Zehra’ydı ve genellikle birlikte oynarlardı… Bir gün kuyunun içine eğilerek taş atıp, kendilerince oynarken, Leyla kuyuya düşmüş, Zehra bu olaydan çok korkmuş, kimseye bahsetmemişti… Kendini bu konuda kitlemiş, Leyla’yı arayanlara, soru soranlara hep aynı cevabı vermişti:
“Bilmiyorum… Bilmiyorum… Bilmiyorum, hiç görmedim…”
Zehra kendini toparlamaya çalıştı… Bunun bir tesadüf olduğunu düşünüyordu… Yılların suçluluk yükü ona oyun oynuyordu… Ama hayır, kadın hâlâ dışarıdaydı ve şimdi daha da yaklaşmıştı… Zehra, cesaretini toplayıp pencereyi açtı:
“Leyla, sen misin?..” diye fısıldadı. Ama kadın cevap vermedi… Sadece gözlerini Zehra’ya dikmiş, hareketsizce duruyordu…
Aniden, kapının vurulma sesi evin içinde yankılandı… Zehra, hızla kapıya yöneldi… Kapıyı açtığında, rüzgârın içeriyi dolduğunu hissetti… Baktığında ise boş bir sokak buldu karşısında ve sokağın sonundaki sisler içindeki köhne, karanlık, fabrika mezarlığını… Ama yerde bir şey vardı; eski, solmuş bir oyuncak bebek…
“O bebek, Leyla’nın oynamayı en sevdiği oyuncak değil miydi?..” diye kendine soran Zehra, ürpertiyle geriledi… Bebek, zamanın ve anıların mezarından çıkmış gibi görünüyordu…
Zehra, oyuncak bebeği eline aldığında bir görüntüler demeti gözlerinin önünde belirdi… Çocukken Leyla’yla oynadığı bahçeler, koştukları düzlükler, evcilik oynadıkları bebekler, bir bir önünde gösteri yürüyüşü yapıyorlardı… Sonrasında tüm görüntüler uzayarak sisler içinde eski fabrikanın bahçesine tek tek girip, yok oluyorlardı… Birden Zehra kendini Leyla ile oynadığı kuyunun başında gördü… Leyla, gülümseyerek elini Zehra’ya uzatıyordu… Ama gülümsemenin ardında bir tehdit vardı…
“Bu sefer kimse seni kurtaramaz…” dedi Leyla…
Görüntü kaybolduğunda Zehra, kendini yerde buldu… Gözleri, sokağın köşesinde kaybolan bir gölgeye takıldı… Nefes nefese kalmıştı… Oyuncak bebek hâlâ elindeydi… Zehra olaylara inanamıyordu… Rüya mıydı?.. Gerçek miydi?.. Artık ayırdına varamıyordu… Göğsü hâlâ hızla inip kalkıyor, bir türlü sakinleşmek bilmiyordu…
“Bu yaşadıklarım gerçek mi?.. Yok canım, rüyadır, rüyadır… Hayır!.. Hayır!.. Gerçek, gerçek..” diyordu Zehra durmadan…
Ertesi gün, Zehra, köydeki o eski kuyuya gitmeye karar verdi… Orası yıllardır terk edilmiş ve üzerine ağır taşlar konulmuştu… Ama bu gece, onu bir şey oraya çekiyordu… Korkuyordu ama yine de gitmek istiyordu… Elinde bir fener, karanlık patikayı adımladı… Kuyuya vardığında, taşların yerinde olmadığını gördü… Aşağıya doğru baktığında, karanlığın içinde bir çift göz parıldadı…
“Sana söylemiştim, Zehra… Her şeyin bir bedeli vardır…”
Zehra, geriye dönmek istedi ama ayakları yerinden kıpırdamıyordu… Çivilenmişti yere… Karanlık, her şeyi yutmuştu… Sadece Zehra, dipsiz karanlık kuyu vardı… Kuyunun derinliklerinden yükselen bir el, bileğini kavradı ve çekmeye başladı… Geçmiş, pençelerini bugününe geçiriyordu… Zehra, bir çığlıkla kuyuya doğru çekilirken bir fısıltı sarmaladı karanlığı:
“Adalet hep gecikir ama asla gelmez sanma…”
Bakırköy, Aralık 2024