Belli ki Huzura “Huzur” İçin Çıkmadık

Belli ki Huzura “Huzur” İçin Çıkmadık


Yağmur ağlasa bile bunu kim fark edecek ki? Güneş yansa da onun acısını kim hissedecek? “Kim” kimin umurundaki bunca benlik varken? Terbiye edilmemiş hayvan eve alınır mı? Oysa içimiz yabani hayvanlarla dolu. Siretimizi sakladık, dışımızı da süsledik. Fakat bir göz var her şeyin hakikatini gören. Yani güneşe karınca görünmez değildir. Gözlerini kapatsan bile sanma akıl gerçeği görmez. Eşit yaratılmasak da gözlerimizin terazisini eşit ayarlayabiliriz. Üstelik her şeyin eşit olabilmesi için kimsenin teraziden çalmaması lazım. Nerede öyle üst bir bilinç, erdem. Şimdi anladın mı, niçin eksiliyoruz? Çoğu ihtiyaç, ihtiyaçtan değildir, gösteriştendir, zaaflar ihtiyaçlardan ya da ihtiyaç zannettiklerimizden doğar. Esasında ihtiyaçları azaltırsak hiçbir şeye ihtiyaç kalmaz. Zaaflar da azalır ve herkesin ihtiyaç duyduğu bir insan oluveririz. Emeller sonsuz, fakat biz faniyiz. Hiçbir mevki/makam, ihtiras insanlığımızın önüne geçmemelidir. Diğerleri maddidir, geçicidir, fakat tüm güzellikler ruhta birikir ve ilelebet bizimledir. Bedenin doyumsuzluğu ruha da eziyettir. Ruh bir aynadır, hakikati yansıtıyor diye çamurla kapatmayalım çirkinliklerimizi.

Bazen kırık bir şiir gibi kanatlanamaz duygularımız. Yapışmış sinemize dertler, çeker dilimizi aşağılara… Ah nahif kalbimiz hedefte, keder okları saplanır bir bir !.. Kaçmalı mı, savaşmalı mı? Ne vardı kuyumcu terazisi gibi olacak. Ne vardı hayata bu kadar odaklanacak. Ya kabadan kaban alacaksın üzerine ya da dertlerden yama yapacaksın üzerine… Boş vermek cahillerin işi. Hırsızın elini görüp gözlere mil çekilir mi? Zalimin zulmünü görüp “Eyvallah!” denir mi? Şeytana, “Buyur cennete.” denir mi? İçimizdeki vicdan her şeyi yutacak kadar midesiz değildir. İşte insan bazı şeylere gücü yetmediğinde kendini yemeye başar. O zaman düşmanın safına geçeriz. Çünkü onlardan bir farkımız kalmaz. Yamyamlık zayıflıktan doğar. Oysaki gücünü doğruluktan alanlar Nuh’un gemisine binenlerdir. Gücüne güç katanlardır. Kılavuz Nuh olduktan sonra kim korkar batmaktan!.. Güç sadece manevi değil maddi de olmalıdır. Yoksa onu muhafaza etmek imkânsızlaşır. Çünkü iyiliğin orduları varsa şeytanın da vardır. Tedbirsizlik intihardır. Ölmeyip sağ kalanlar da ancak mağdur edebiyatı yaparlar. Çoğu zaman mağduriyetten geçinenler aklın gücünden, çalışmanın üstünlüğünden faydalanmamışlardır.

Karlar sarmışken etrafımızı, içimizdeki bu yangın nedir? Gözümüzden seller boşalırken, içimiz neden sönmez? Anlatmak isterken her şeyi, neden dilimize ulaşmaz kelimeler? Nefes aldığımız halde boğulmuşuz, yaşadığımız halde ölmüşüz? Sorular mı bizi muhatap almıyor, yoksa cevaplar mı kayıp?

Korku bize kaçmayı öğretmişti, ancak o zamanlar gençtik, ayaklarımız taşırdı, daha güvenli, daha güzel dünya için yıllarca koştuk, fakat nafile… Her yer kuşatılmış, korku ilahlaşmış… Olasılıklara dağılmış korkular, bilinmezliğin bildik kâbusu olmuşlar. Kim çizdi bu çemberi, kim sarkıtır kaygıları kalbimize? Yoklukla tehdit ediyor hayat bizi, oysa zaten oradan gelmedik mi? Geldiğimiz yeri unutup neden korkarız? “Ne varsa senin olsun” demek çok mu zor? Emanetçisi olduğumuz kadim dünyayı sahiplenmek dertleri kucaklamak değil mi? Fakat insanlık güneş olamadı ki bölüşmeyi bilmiyor ki berbat bir kaderi; kan ile yazıyor, korku ile yazıyor, insanlık kavgayı öğrendi, rekabeti öğrendi, öldürmeyi öğrendi; paylaşmayı, adaleti, eşitliği öğrenemedi. Oysa güneş adil olduğu için ilelebet yaşar, çiçekler herkese aynı kokuyu verdiği için güzeldir, kuşlar gökyüzünü paylaşmayı bildiği için özgürdür. Ölüm adil olduğu için herkes ölür. Zaman treni ilerlemektedir, ecel durağında ineceğimiz unutulmamalıdır…

Savaşmalıyız, savaşmalıyız, fakat içimizdeki savaşma arzusu da bitmiş, çünkü topraklar fethedilmiş, uğruna öleceğimiz değerlerin içi boşaltılmış, yağma edilmiş onlar, kılıcımız pas tutmuş, kolumuzda da güç kalmamış. Ne zaman oldu tüm bunlar? İnsan sonunu gördüğü yenilgiler için savaşır mı? Fakat içimize onca korku yuva yapmışken nasıl sığınalım huzura, rahat bırakırlar mı sanıyorsun? Fil de olsan savaşmazsan karıncaların yemeği olursun. Belli ki huzura “huzur” için çıkmadık.

Sığınamadık bir türlü tevekküle, işleri bırakamadık, teslim olamadık çünkü teslim oldukça derimizi köle yapıp çiğnediler. Şimdi inanamıyoruz, ne rüzgâra, ne güneşe, ne savaşa ne de barışa; ne kula ne de Allah’a, inanır gibi görünen inanmazlar olduk… Bilir gibi bilmezler, yaşar gibi yaşamazlar, ağlar gibi ağlamazlar, samimi gibi samimiyetsizlerle doldu etrafımız.

Sığınacağımız limanlar ilaçlarla doldurulmuş, korku her yere hakim olmuş. İnsanın içindeki insan seviyesi düşmüş belki de yüz insandan bir insan etmez artık. Elimizi vicdanımıza koyacak bir vicdanımız bile kalmamış.

Yozlaştık; özümüzden, sözümüzden, ruhumuzdan, güzel kokulu çiçeklerden uzaklaştık. Bozula bozula koktuk… Boz toprak insana ne verebilir? Güneşin ışıklarında kendisi yoksa kim yaşayabilir? İçimiz keder limanı olmuş, bu gemi ne zaman kalkacak ne zaman içimizden taşıyacak bu kederleri? “Gam” dünyası “kan” dünyası olmuş. Bedenimiz hastanelerde sıra bekliyor, ruhumuz ilahını şaşırmış.

İnsan yaşadıkça anlıyor bazı şeyleri, bazı yaşlar çok öğreticidir. Anlamak, bilmek, öğrenmek ne zor şey… Tanrı bazı insanları cahil yaratmasaydı, bilmenin sorumluluğunu çoğu insan taşıyamazdı. Lakin bu cehalet, hamlık, kabalık, bağnazlık değil, bilmememin masumluğu…

Bir yanımız doğarken bir yanımız ölüyor. Bir tarafta sabah olurken bir tarafta akşam oluyor. Birileri ağlarken birileri gülüyor. Ne yaşam ne ölüm hayat, hayat her şeyden biraz ve hamurumuza göre pişiyoruz. Yıllar üzerimizde ağırlık, bir insan kaç sene bedeninde taşıyabilir onu? Senin hamurun kemale ermek için gamla yoğrulmuş, bundan kurtuluş olsaydı, kahkahaların maskarası olurduk. Keder ve neşe iki kadim arkadaş. Misafiriyiz bazen birinin bezen diğerinin. Gözyaşlarımıza kahkahalar mendil olur ve gülüşler kederlerimizin açan çiçeğidir. Mevsimler gibidir hayat. Belki de bir ekmek gibi bazen bayat bazen taze. Dönüyoruz aynı noktada Kâbe’nin etrafını döner gibi, bezen şeytanı taşlıyoruz bazen melekleri alkışlıyoruz. Günün sonunda ya arınıyoruz ve aydınlanıyoruz ya da kanıyoruz ve kan kaybından ölüyoruz. Ya ateşte pişiyoruz, şeytan yiyor bizi ya da gül oluyoruz ve Tanrı kokluyor bizi…

Kaçmak, savaşmak, donmak da var. Kalırız kimi zaman derdin, belanın kıblesinde. Hafızamız da donar, yavaş yavaş güneşli günlerde çözülür tüm buzlar. İrade buzu çözülen su gibi akar binbir yöne… Ölüm kuyusundan çıkılmıyor mu cennete? Herkesin yüzüne bakarız da neden kendi yüzümüze bakmayız? Herkesin gözlerine bakarız da neden kendi gözlerimize bakmayız? En çok da kendimizin yabancısıyız. Yaralarımıza merhem sürdük mü bir gün olsun. Cesur olabildik mi kendimizle yüzleşemeye? İyi niyet var belki körlüğümüzün arkasında, canımızı acıtmak istemiyoruz değil mi? Peki ya, kederlerin tekke ağacı mı olmak istiyoruz, derthaneye mi dönmek istiyoruz? Azat edelim onları, gökyüzüne salalım, belki de o vakit biz de hafifleriz ve dert çekiminden kurtulup uçurtma gibi bulutlara koşarız.

Ömür bahçesinde nice vadilerden geçeriz. Dağlar üzerimize gelir, sıkıştırır bizi kimi zaman, nihayetinde yol aldıkça o dağlar da küçülür hatta bir yerden sonra görünmez olur. Yollar göründüğü gibi sonsuz olsaydı, vuslat olmazdı. Mekânın dümdüz olmadığı yerde kavga kaçınılmazdır çünkü dağlar tepeden bakarken yere, kim adaletten bahsedebilir? Dünyanın yüzde yetmişi suyla kaplıyken karanın boğulmasına şaşmamalıdır. Nuh’un kurtuluş gemisi varken azap çukuruna koşanlara şaşmamalı… Kalabalıklar akın akın kıyamete koşarken bir avuç insanın çiçek yetiştirmeye çalışmasına şaşmamalı…

Savaşmalıyız, iyilerin ve iyiliğin safında; kaçmalıyız, tehlikeden, huzur ülkesine; donmalıyız, bazı birikimlerin ilelebet bozulmaması için gelecek kuşaklara ulaşabilsin diye… Bazen huzuru yakalamak bir köşeye çekilmek değildir, bilhassa daha çok var olmakla mümkündür. Herkesin senin huzuruna kast ettiği yerde, huzuru tenhada bulamazsın, büyük mücadeleler vermezsen küçük hesaplar seni korku denizinde batıracaktır. Durgun su mikrop üretir.

Velhasıl dünya kötü değil, içimiz kötü. Dert dert değil. Dert ipine düğüm atanlar değil, o düğümü çözebilenler kahramandır. Huzur için yeterince gelişemedi insanlık. Bu dünyada huzuru bulanlar bilmeli ki o da fanidir, bu yüzden kıymetini bilmeli ve ona ölümüne sarılmalıdır. Belli bir yaşa gelince insanın refikasıdır huzur, bastonudur, şiiridir, bedeninin ruhudur, fakat huzur sadece kendi elimizde olan bir şey değildir. Bu yüzdendir ki her kötülük; saygısızlık, kabalık, barbarlık, adaletsizlik, başkasının huzurundan çalınan bir hırsızlıktır. Savaşmalıyız, sadece kendi huzurumuz için değil, kaçmalıyız daha çok güçlenmek için, donmalıyız, hafızamızı korumak için Sarıkamış’da olduğu gibi… Akıllı insan mukteza-yı hale göre ne yapacağını bilendir. Erdeme ulaştıran ve sefa sürdüren kederlere can kurban, fakat öldüren dertlere yargı yolu açılmalıdır. Gamın da huzuru vardır, tebessümde olduğu gibi, daima tüm halimizi huzurda buluşturalım. Bundan gayrısı düşmandır. Düşmanımızı tanırsak, dostumuza kapıyı açık tutarız. Huzur ruhla bedenin uyumu yakalamasıdır. Çatışmalar biterse kötülük de gider, fakat insanlık bu seviyeye gelene kadar biz de çoktan gideriz. Belki de ona ulaşmak için bedenin ağırlığından kurtulmak gerekir. Huzur verirseniz huzur bulursunuz derler ve o halde  içimize bakalım bulabilecek miyiz? Yoksa dış dünyada bulamayacağımız ortada…
Şenol Tombaş

Bu yazıyı okudunuz mu?

Çanakkale: Bir Milletin Diriliş Destanı

Çanakkale: Bir Milletin Diriliş Destanı Çanakkale Savaşı, sadece bir askeri zafer değil, aynı zamanda bir …